Brezilya ırmaklarındaki balıkları bilirsiniz, piranaları; ufacıktırlar ama suya girmiş birine aynı anda binlercesi saldırınca, her birinin minnacık ısırıkları hızlıca yok eder insanı. Tek biri ısırsa acıyı hisseder, tepki verir, belki de kaçıp kurtulursun. Hızlı ölümdür gerçekleşen. Hızlı, çaresiz, organize saldırıyı fark etmeden… Albert Camus’un temiz ölümüdür bu.
  Toplum içinde ölmek de böyledir, yani yaşarken ölmek. İş, aş, koşturmaca hepsi kutsanmış meşguliyetlerdir kendimiz ve ailemiz için. Hatta arkadaşlar, mahalle ve şehrin için. Boş zaman da sana ait olamaz. Onu da organize ederler. Söylenene uymak kolaydır, ne gerek var ki kafa yormaya. Alışkanlıklar oluşur. Gelenek dersin; sanki Allah kelâmıdır, uyarsın. Meselâ Pazar günü kahvaltı için dışarıya çıkılmalıdır. Ne için? Hâlbuki evde daha mükellefini keyifle yemek varken, modaya uymak fark etmesen de kemirir seni ufak balık ısırığı gibi. İnsan niye denize veya havuza girer? Sıcaktan bunalınca serinlemek için değil mi? Kurulmuş saat gibi, tatil günü denize gidersin; buz gibi suya girer donarsın. Tir tir titrersin, aslında keyif alınacak bir şey değildir, tam aksine işkence gibidir, ama mutluluk pozları vererek, güzel bir Pazar geçirdiğini paylaşırsın dost meclisinde. Arada bir boş vaktin olsa o zamanda canın sıkılır. Eğer hayatını kuşatanların haricinde bir anlam vermemişsen yaşama, şaşırırsın, bunalır sıkılırsın. Hatta genel bir tavsiyedir; sakın ha emekli olma; sıkıcıdır emekli olmak, hemen çöküverirsin ve ölürsün, derler. 
  Gerçekte, yaşarken yok hükmünde olduğunu fark etmektir, canın sıkılması. Toplumun dayatmalarına, ezberlerine esir olmanın sıradanlaşmasıdır, yaşam dediğin. Özgürlük esir olmama halidir. Ama önce esir olmanın manasını idrak etmek gerekmez mi? 
  Tüm canlılar gibi ihtiyaçlarımız vardır. Cinsel, duyusal, fiziksel… Güdülerimizi tatmin etmek durumundayız. Eyvallah… Karşılamak vazifemizdir. Acıkırız ve yeriz. Üşürüz ve giyinir, barınırız vs. Hayvan da insan da tüm güdülerinin gereğini yapar. Akıl sahibi olan bizler toplumsal işbölümünde gösterdiğimiz beceriyle gereğini mükemmel hallederiz. İşte esaret, ihtiyaç çizgisinden sonra devam eden ve alışkanlığa dönen, insani tekâmüle zaman bırakmayan ezberlerdir. Tekâmül, kemâle giden yolun yolcusu olmak; varlığını anlamlı kılmak; maşuku arzulamak… F. Nietzsche “Dünyada iki farklı insan türü vardır: Bilmek isteyenler ve inanmak isteyenler.” demiş. Mevrus günahın ( miras bırakılan günah) kefaretine inanlar da var yani bilmeyi ayrı tutanlar; cümle âlemin birliği ve kardeşliği temelinde muhatap insanın sorumluluğuna da inanlar mevcut. Anadolu’nun Kadim dem’de Hatem olan Kelâm’ı ile mayalanan bizler bilmeyi ve inanmayı tefrik etmeyiz. Aşk bilmeyi sevmekle başlar. Bilmek doğayı keşfetmektir yani O’nun ayetlerini…
 Bilmeyi sevince, hangi aracı vesile kıldığının ne önemi var. İster akıl, ister sezgi, istersen vahiyle gelen olsun. Çelişme veya karşıtlık mı var? Öyle sunuluyorsa, bil ki, hakikat değil.
 Cümle âlemde O’nu görmek yani doğayı keşfetmek O’nu keşfetmektir. Keşfettikçe sevmek, bildikçe aşkın ateşini yükseltmektir. Bilmeyi sevmek hayata anlam yükler. Bitmeyen, sıkmayan, çoğaldıkça tevazunu yükselten.
 Cümle âlemde O’nu görenin, O’nu keşfedenin aşk ateşi içindeyken canı sıkılır mı?