Ben konuştukça Nuh başını sallayarak dinliyordu. Sonra gözlerini yere dikti ve sessizliğini bozdu. Mesanesine takılı sondanın torbasını eliyle yukarı kaldırıp derin bir oh çekti. 'Hocam ne diyorsunuz, ben bu sondaya üç gün dayanamadım. Yirmi gün sonra ameliyat edebileceğinizi söylüyorsunuz. Mahvoldum desenize!'

            Bir yandan da kendisini bana getiren kadim dostum 'yüksek bürokrat'a bakıyor. Ultrasonografisini inceliyorum ve çok büyük bir prostatının mevcut olduğunu söylüyorum.

            'Tamam da' diyor, 'açık mı, kapalı mı olacak? Çünkü ben bir işadamıyım. Haliyle işim başımdan aşkın. Bir an önce işimin başına dönmem lazım!'

            Yüksek bürokrat ahbabım devreye giriyor: 'Abi kurtar bir an önce!' Ameliyat randevu defterimi gösteriyorum. 'Senin hatırın her şeyin üstünde de... Ama burası da dolu!'

            Nuh Bey 55 yaşında. 'İstanbul'dan senin için geldim. Beni kurtar bu sondadan!' diyor. 'Anlıyorum' diyorum, 'kolaylaştırırım zorlaştırmam, sevdiririm nefret ettirmem!' Rahatlıyorlar. 'Şöyle yapalım' diyorum, 'iki gün sonraki ameliyat günüme yazayım. Gelmeyen olursa size açık prostat ameliyatı yaparım!' Sevincinden kalkıp boynuma sarılıyor. Samimi cümleler kuruyor. 'Çok da zevklisiniz. Ayakkabılarınız benden. Ruganı seviyorsunuz herhalde. Kaç numara giyiyorsunuz? Ben İstanbul'da dericiyim!' 'Hayır olmaz!' diyorsam da o gönül borcunu ödemekte kararlı...

            Neyse uzatmayalım... Hastama prostat ameliyatı yapıyorum ve patoloji raporunun sonucu için çağırıyorum. Odama girdiğinde boynuma sarılıyor. 'Bir dost kazandım bu vesileyle' diyerek gönülden gönüle bir köprünün temelini atıyor adeta.

            Elindeki hediye paketini masamın üzerine koyuyor. Benim için rugan ayakkabılar yaptırmış. 'Tamamen el işi. Özel olarak yaptırdım!' diyor. Teşekkür ediyorum.

            O günkü son hastam. Sohbeti ilerletiyoruz. O an anılarını okuduğum bir psikiyatristin şu cümleleri aklıma geliyor. 'Derken elli yıllık terapistlik deneyiyimde dinlediğim büyük sırları düşündüm ve anladım ki bir olmayı ne kadar istesek de aramızda her zaman bir mesafe kalıyor. Sonra senin kırmızı ile veya kahvenin tadı ile ilgili deneyiminin benim 'kırmızı' ve 'kahve' deneyimimle çok farklı olabileceğini, ama bunu hiçbir zaman bilemeyeceğimizi düşündüm!'

            Eşiyle karşımda oturan Nuh sağ eliyle çenesini alttan kavrayıp derin bir nefes alıyor. Bu vücut diline az çok aşinayımdır. İçimden şöyle diyorum: 'Bir sırrını anlatacak galiba!'

            Nitekim bakışlarını bana doğrultup söze başlıyor. 'Geçen haftaki köşe yazınızı okudum, çok etkilendim..Kendimi orada buldum gibi!'

            'Hangi yazım?' diye soruyorum.

            'Hani babası ölen bir evladın o an düşündükleri! O yazı işte..Başlığını unuttum!'

            'Anladım..Erman. Keşke Babam Dedi ve Ağladı!'

            'Hah işte o yazı... Babasının sevgiyi esirgediği kişi...Benim de hazin bir hayatım var. Seni kalbi bir dost olarak bildiğimden anlatacağım!'

            'Çok özelse paylaşmayın!' diyorum.  'Mahzuru yok!' diyor ve devam ediyor: 'Ben onbeş yaşımda iken babam gitti ve bir daha da geri gelmedi. 80 ihtilali olduğunda bir akşam evimize birileri geldi. Kendilerini asker olarak tanıttılar ve ifade için götürmek zorunda olduklarını söylediler. Alıp götürdüler. Bekle bekle babam gelmez. Ertesi gün annem ile karakola gittik. Kayıtlarda yok. Aramadığımız yer kalmadı. Sanki yer yarılmış da babam içine girmiş. Anlayacağın ne ölüsüne, ne de dirisine ulaşabildik. Bari bir mezarı olsaydı!'

            Gözleri nemleniyor. Şaşırıp kalıyorum. 'Babamdan kalan işi ben devam ettirmek zorundaydım. O gün bugündür iş hayatının içindeyim.'

            Düşüncelerim donuyor adeta. Ne hayatlar varmış diye düşünmeden edemiyorum o an...