Gecenin o ilerlemiş, hem de çok ilerlemiş saatinde telefonumun çalması ile uyanmıştım. Uykunun en tatlı yerinde gözlerimi oğuşturarak telefonu açtığımda karşımdaki muhatabım mahcup bir ses tonu ile konuşmaya başlamıştı. Öyle ya gecenin o saatinde uyandırılıyordum. 'Abi' dedi, 'kusura bakma, gecenin bu sdaatinde seni rahatsız ettim. Özür dilerim... Ben Erman. Babamın feryadı yer yarıyor. Sabahı bekleyemedim. Geçen hafta vermiş olduğun ağrı kesiciler de artık fayda vermiyor. Bu yüzden gecenin bu saatinde seni aramak zorunda kadım... Gelip seni alayım da köye gidelim. Ne olur kusuruma bakma!'

            Titreyen sesi ile Erman adeta yalvarmakta idi. Babasını yıllardır izlemekte idim. Prostat biyopsisi yapmıştım ve patoloji raporu 'tümör' olarak gelmişti. Hastalık hızla yayılmakta idi. Bu hastalıkta öncelikle kemikm metastazları görülmekte ve bu da dayanılmaz ağrılara yol açmakta idi. Hani derler ya 'ateş düştüğü yeri yakar!'

            'Erman sakin ol hele... Vermiş olduğum cilde yapıştırılan morfin tedavisini uygulamıyor musunuz?' diye soruyorum.  'O da fayda etmiyor. Annem de fenalaştı. Gelip alayım mı hemen?'

            Hayır diyecek halim yok ya! 'Erman giyiniyorum, hemen gel!'

            'Abi köyden hareket ediyorum, yirmi dakika sonra ordayım!'

            Erman'la köye doğru yol alıyoruz... Derler ya 'el yatmış, gün batmış!' Dereden kurbağaların sesi geliyor sadece. Gecenin saat ikisinde ıssız bir köy yolunda kim olur ki başka! Karmaşık duygular içindeyim. Babası ile tanışıklığımız nerden baksan bir on yıla dayanıyor. Aramızda bir gönül köprüsü oluşmuş haliyle. Son derece güvenilir ve izzet ikramı seven bir insan olarak hafızamdaki yerini korumakta. Köye varıyoruz. Sokak köpekleri bile uykuda... Bahçe kapısından girerken başımı çarpmamak için eğilmek zorunda kalıyorum. İçeri girdiğimizde loş bir oda, yanan bir soba ve yanındaki karyolada inleyen hastam ile karşılaşıyorum. Erman'ın annesi de başında kuran okumakta. Hastanın bilinci yarı açık... Ağrıdan dolayı inlemekte ve sayıklamakta... O an insan içinden şöyle diyor: 'Elimde sihirli bir değnek olsa de bir dokunsam, hasta uyansa ve ağrılardan kurtulsa!'  Hastaya hemen bir 'morfin' yapıyorum ve on dakika sonra inlemeleri kesiliyor. Tünelin sonuna geldiği belli, ama bunu hasta yakınlarına söylemek de kolay değil elbette.

            Bir süt ikram ediliyor. Alıştıra alıştıra bazı cümleler kuruyorum... Onların da hazin sona kendilerini zaten hazırlamış olduklarını anlıyorum sonunda. Erman yüzüme bakıyor. Mecburen iki elimi yana açıp omuzlarımı silkiyorum. Bu bir çaresizliğin ifadesi. Bu vücut dilimle herşeyi anladıklarını görüyorum. Son bir defa kontrol ediyorum.  Nabız alınmıyor artık.. Pupillalar da oldukça dilate. Erman bana sarılıp ağlıyor. Onu teselli etmeye çalışıyorum... 

            'Abi' diyor, 'çıkalım, seni Yalova'ya götüreyim artık. Baksana sabah da çok yakın. Senin de mesaiye yetişmen lazım!' Direksiona Erman.. Hem anlatıyor, hem ağlıyor. Bakıyorum ki bu haliyle araba kullanmakta zorlanmaya başladı. 'Erman şöyle kenara çek de biraz rahatla. Boşver mesaiyi!' diyorum... Arabadan inmiyor, bakışlarını bana doğru çeviriyor.. Kısa bir sessizlik.. Başlıyor anlatmaya..'Neye yanıyorum biliyor musun? Babam şimdiye kadar beni bir sefer bile öpmemiştir. Çocukluğumda saçımı bir kere bile okşamamıştır. Bana çok sert davranırdı rahmetli... İşte bu duygu beni mahvediyor şu anda!'

            Elini tutuyorum ve sadece yutkunabiliyorum... Ne diyebilirdim ki!

            Boşluğa bakarak tekrar ediyor..'Babam keşke diğer babalar gibi saçımı bir okşayabilseydi!'

            'Erman' diyorum, 'en sonunda beni de ağlattın!'...