Yazının çatısını aklımda tasarlamışken birden rota değiştirdim. Bu adeta irademin dışında oldu desem abartmamış olurum. Şimdiye kadar anılarımı, bizzat yaşadığım kendi anılarımı yazdım.Bu anılarımın içine 'tırnak içinde' işaretini kulanarak serpiştirdiğim başkalarına ait sözler de yok mu? Elbette var ve bunlar yazıya bir renk katmakta ve bir çeşni görevi görmekte. Hani bir yemeğe tava ile tereyağı sosu döküp lezzetini artırmak gibi bir şey bu da! Ama bu alıntılar arasında benim cümlelerimin kaybolmasına ve adeta ruhunun buharlaşmasına hiç meydan vermedim. Ta ki okuduğum ve beni cezbeden, yazmaya zorlayan o anı kitabını okuduğum ana kadar. Bu yüzden tasarlamış olduğum 'öz' yazım yerine şimdi bir 'üvey' yazı yazıyorum.Ne yapayım o anının cazibesine dayanamadım. Bu yüzden sahadaki futbolcu rolümü bırakıp maçı tribünden anlatan bir spiker rolü biçtim kendime.  Ama şimdilik!

            O anı kitabının adını vermeyeceğim. Sadece alıntılar yapacağım. Rusya'da geç

iyor olay. Yazar el bebek gül bebek büyümüş biri. Moskova Tıp Fakültesi'ni bitirdikten sonra ücra bir kasabaya hekim olarak tayin ediliyor.  Bizdeki sağlık ocağı hekimliği gibi aynen. Deyim yerindeyse 'sudan çıkmış balığa' dönüyor.'  Hepimiz aynı duyguları yaşamışızdır bu meslekte.

            Sözü o hekime bırakıyorum...

            Ben, bir kızın keten tarağına kaptırdığı bacağını kestikten sonra, kazandığı neredeyse ölümüne neden olacak ünün ağırlığı altında ezilen ben... falanca kentin bir kasabasında, N. Hastabesinin doktoruydum. Kar kaplı yollarda köylerden  kızaklarla günde yüz hasta geliyordu bana. Akşamları yemek yiyemez olmuştum. Aritmetik kesin bir bilim dalıdır. Tutalım ki yüz hastamın her biriyle yalnızca beş dakika ilgilendim... Yalnızca beş dakika. Durmadan sekiz saat yirmi dakika çalışmak. Ayrıca yatan otuz hastam vardı. Dahası ameliyatlar da yapıyordum.

            Sözün kısası aakşam saat dokuzda hastaneden evime döndüğümde bir şey yemek, içmek ve uyumak da gelmiyordu içimden. Birilerinin gelip beni doğum için çağırmamasından başka istediğim bir şey yoktu. Ve işte iki haftadır ilk kez karla kaplı yollarda doğuma götürüyorlardı beni.

            Gözlerimde karanlık bir ıslaklık vardı. Burun kökümün üzerinde de solucan gibi dikey bir kıvrım. Gece titrek bir  sisin içinde başarısız birtakım ameliyatlar, çıplak kalçalar, insanın kanına bulanmış eller gördüm ve Hollanda sobasının kızgın olmasına karşın, soğuk terler içinde uyandım.

            Arkamda sağlık memuru, başhemşire ve iki hastabakıcıyla koğuşları dolaşıyordum. Soluk almakta zorluk çeken ateşli bir hastanın yanında durdum. Kafamın içindeki herşeyi çıkarıp attım.  Parmaklarımı hastanın kupkuru, ateş gibi yanan cildinin üzerinde dolaştırdım. Gözbebeklerine baktım, kaburgalarını tıklattım, göğsünün derinlerinde kalbinin nasıl attığını dinledim. Yalnızca bir şey  düşünüyordum: Onu nasıl kurtarmalıydım? Onu da...onu ve hepsini!

            Mücadele devam ediyordu. Her gün ortalık aydınlanırken baaşlıyor, göz kırpan gaz lambasının ölgün ışığında bitiyordu.

            Geceleri kendi kendime şöyle diyordum: 'Bunun sonu nasıl olacak, bilmeyi çok isterdim. Evet , ocakta da, şubatta da, martta da yine kızaklarla gelecekler.'

            Graçevka'ya bir yazı göndermiş, kibarca N. de ikinci bir doktora ihtiyaç olduğunu hatırlatmıştım.

            Mektup dümdüz kar okyanusunda kırk verstlik bir yola çıktı. Üç gün sonra  cevap geldi: 'Elbette, elbette...' diye yazmışlardı. 'Muhakkak... ancak şimdi değil...şu anda gönderebileceğimiz bir doktorumuz yok!...'

            Mektubun sonunda çalışmalarımla ilgili övgü dolu hoş birkaç sözcük ve başarı dilekleri vardı.

            Bu övgülerle heyecanlanan ben, tamponlar koyuyor, iğneler yapıyor, serumlar veriyor, büyük abseleri yarıyor, kırıkları alçıya alıyordum.

            Sabah yatak odamın küçük penceresinden içeri pek bir aydınlık bakıyordu. Beni neyin uyandırdığını  anlayamadan açtım gözlerimi. Sonra kapının çalındığını fark ettim. Ebe Pelageya İvanovna'nın sesini tanıdım:

            'Doktor, uyanık mısınız?'

            Uyku sesemliğiyle ters karşılık verdim:

             'Hıı!...'

            'Size, hastaneye gelmekte acele etmemenizi söylemek için geldim.Sadece iki hasta var.'

            'Şaka mı bu?'

            'Yemin ederim, öyle.' Anahtar deliğinden pek sevinçliymiş gibi tekrarladı: 'Kar fırtınası, doktor, kar fırtınası. Gelenlerin de dişi iltihaplı, çürük. Demyan Lukiç çekecek...'

            'Pekala...' dedim.

            Neden bilmem, yataktan bile fırlamıştım.