Ona hep ''Yunus Çavuş'' derlerdi. Hani Anadolu'da güzel bir adlandırma vardır ve bu hep sürer gider. Askerliğini çavuş olarak yapan kişi bu rütbeyi köyüne de taşır ve sivil hayatta da ''çavuş'' olarak devam eder bu sıfat. Onbaşı ise ona da hep ''onbaşı'' derler..  Bu insaanların da bu sıfatlarla anılmaktan gizli bir sevinç ve mutluluk duyduğuna inanmışımdır hep. Ne yapalım ''yiğit lakabı ile anılır!'' Veya şöyle de diyebiliriz: ''Umut fakirin ekmeğidir!''

Kızılçubuklu Yunus Dayı da rahmetli babamın asker arkadaşı olması hasebiyle bizi kendi çocuğu olarak görmüştür hep. Şubat tatillerinde o tipide o karlı ilçeden köye giderken değişmez bir tablo vardır ve hafızama adeta nakşolmuştur: Yunus dayı bacanın üstünde bizi beekler ve hemen evine götürür. Soba yanmakta ve sofra hazırdır. Orada bir saat nefeslenir, karnımızı doyurur ve yolumuza devam ederdik. O insanlar zengin değillerdi ama asil ve gönül zengini insanlardı. Yani bu karşılıksız verme ve bundan derin bir haz duyma farklı bir duygu..İzahı mümkün değil!

Sarıilçe'de okuyoruz..Mütevazi bir ev kiralamışız. Bizim için o ev bir ''kutsal ev.'' Kasım aynın sonları. Lapa lapa kar yağmakta. Zaten o ilçeyi kışının şideti ile tanımlamak mümkün...Amasya'nın elması, Bursa'nın şeftalisi, Malatya'nın kayısısı.. Sarıilçe'nin de kışı...Odun kömür çok az..Azar azar ve korkarak kullanıyoruz. Akılda hep şu soru: ''Ya biterse!''

Kapı çalındığında hayatımızın en güzel sürprizlerinden birisi ile karşılaşıyoruz: Yunus dayı bir araba odun yüklemiş ve kapıya kadar getirmiş. Hemen çıkıyoruz ve odunları içeriye taşıyoruz.

Bu insan bizim yakacağa ihtiyaç duyduğumuzu o zengin gönlü ile ve feraseti ile bilmişti elbette. Hep derim ya bu farklı bir duygu..İnsanı insan yapan fizik ötesi bir algılama yeteneği! Fizikötesi bir duygu! İzah edin bakalım!

Şimdi bir anımı anlatacağım. Deli rüzgar gibi geçmişti zaman ve ben İbni Sina Hastanesi'nde ihtisasa başlamıştım. Hoca ile sabah viziti yapıyoruz ve apar topar ameliyata giriyoruz. Ameliyat listesi oldukça kabarık. Yani pestil olma günümüz desem vaziyeti anlatmış olurum sanırım.

Akşamın beşinde ameliyattan çıktığımızda haliyle oldukça yorgundum. Yorgundum sözü hafif kalır. İnanın ki ayakta zor durmaktayım. Asansörden inip servise doğru yürüyorum dalgın dalgın. O sırada birisi sesleniyor: ''Doktor bey bir dakika!'' Başımı kaldırdığımda bir sima görüyorum ama çıkaramıyorum. Ama içimden de şöyle diyorum: ''Hiç de yabancı gelmiyor. Acaba nereden tanıyorum? Ayıp da olacak!'' Yaklaşıyor ve ''biz doktor Fikret solak'ı arıyoruz! Acaba yardımınız olabilir mi? Nerede bulabiliriz?''

Evet... Bu ses tonu ve yüz hatları onu ele veriyor. Tanıöıştım... Bu çocukluğumuzun Yunus Dayı'sından başkası olamazdı. Yanında da benim yaşlarında bir genç var. Tebessüm ediyorum.. ''Siz Kızılçubuklu Yunus Dayı olmalısınız!''

Bir an şaşırıyor. Boynuma sarılıyor. Ama bana hangi sıfatla hitap edeceği konusunda kararsız olduğu belli. ''Doktor Fikret Bey'' diye hitap ettiğinde itiraz ediyorum. ''Yunus dayı bana sadece ismimle hitap et. Boşver doktorunu beyini!''

Şaşırıyor iyice. Beni gönlünde öyle yüksek bir yere koymuş ki demek!

'Hayır, sana saygısızlık olur. Burada seni gördüm ya dünyalar benim oldu. Bir adamımız var İbni Sna'da. Bu gurur da bize yeter!''

Neyse... Muayene odasına alıyorum. Kan işemekte imiş. Ön teşhismi koyuyorum: 'Prostat hipertrofisi ve mesane tümörü.''

Yüzüne söylemekte zorlanıyorum. ''Yunus dayı yarın gelin yatırıp tetkik edelim!'' diyorum. İnanamıyor yarın yatacağına. Ve ertesi gün yatmaya geliyor. ''Bak Yunus dayı seni hocama öz dayım olarak tanıtacağım ve özel odaya yatıracağız. Sakın onun yanında bana bey sıfatı ile hitap etmeyesin!'' diye de tembih ediyorum. Hocanın odasına götürüp dayım olarak tanıtıyorum. İzzet ikramlar! ''Hocam hangi koğuşa yatırayım?'' diye nezaketen sorduğumda hoca sitem ediyor: ''Hele sorduğun soruya bak! Kızacağım şimdi! Dayını elbette özel odaya yatıracağız. Normal odaya yatırayım ki bana gönül koyasın değil mi!'' deme inceliğini gösteriyor.

Tetkikler çıkıyor ve Yunus dayıya mesane tümörü ve prostat hipertrofisi teşhisini koyuyoruz. Ameliyat kaçınılmaz. İki gün sonra ameliyata alıyoruz. Göz koymuşum ya bu ameliyatı yapmak istiyorum. Boyuyorum ve ben primer cerrahın bulunması gereken tarafta durmakta ısrar ediyorum. Gözüm hocada. Anlıyor yapmakta hevesli olduğumu. ''Geç'' diyor, ''bu tarafa. Ben yapacağım. Kan bağı olunca yapamazsın. Elin titreyebilir!''

Hoca ile güzel bir ameliyat yapıyoruz ve sağlıkla taburcu ediyoruz. Aradan seneler geçiyor ve Yalova'ya geliyorum. Bir gün telefonum çalıyor..Arayan Yunus Dayı... ''Sen gidince burada üvey evlat muamelesi görüyorum. Şu anda İbni Sina hastanesi'ndeyim..Kime gideyim? Hocayı da aradım ama bulamadım!'' Bir an cevap veremiyorum...Sonra söylüyorum: ''Hocamız pankreas kanserinden öldü yakında!'' Sesi titriyor..''Başka bir meslektaşımın adını veriyorum..Selamımla git!''

Zaman hızla akıp gidiyor.. Birgün telefonda oğlu da Yunus dayının ölüm haberini veriyor bana. ''Ölümünden birkaç gün önce bana tembihledi..Hakkını helal etmeni istemişti!'' diyor.

Demişler ya...''İnsan ölür ondan kalır eseri, eşek ölür ondan kalır semeri!''