Beylerbeyi Sarayını geziyoruz. 2'nci Murat döneminde yapılan ahşap sarayın yanmasıyla Sultan Abdülaziz tarafından (1863-1865) yılları arasında yaptırılan yazlık sarayı. Bu saray yabancı misafirlerin ağırlanmasında da kullanılmış. 2'nci Abdülhamit tahttan indirildikten sonra ölünceye kadar son altı yılını gözetim altında burada geçirmiştir. 
Bodrumla beraber üç katlı olarak inşa edilmiş sarayda 24 oda, 6 salon bulunmaktadır. Harem ve Selamlık olarak iki bölümde düzenlenmiş. Haremde ki sedef işlemeli dolapların, burada yaşayan kadınların takılarını kilit altında tuttukları dolaplar olduğunu, rehberden öğreniyoruz. Değerli süs eşyalarını takıp, takıştırıp birbirlerine hava atacak halleri yoktu ki. Güvende olsun diye böyle bir kolaylık sağlanmış kendilerine. 
Gezi grubumuzdan bir genç kıza, "O dönemde böyle bir yerde yaşamayı arzu eder miydin" diye soruyorum. Beklediğim, "Özgürlüğümü hiç bir şeye değişmem" yanıtını alamıyorum. Gülümsemesinden istekli olduğu anlaşılıyor. Araya annesi giriyor. "Ona üç öğün yemek bir de internet verin başka bir şey istemez" diyor. Şimdiki gençler için varsa yoksa bilgisayar ve sanal alem. 
O dönem bilgisayar olmadığı için kadınlar vakitlerini birbirleriyle uğraşarak geçiriyorlardı... Acaba mutlu muydular? Harem yaşantısı hakkında Niyazi Ahmet Banoğlu'nun, "İstanbul Semtleri" kitabından öğreniyoruz ki: 
Haremdeki kadınlar çok ağır şartlar altında yaşamışlar. Bunu anlamak için, "Harem Ağaları Tembihatı" adlı vesikaya bakmak yeterli. Bildiğiniz gibi Harem'de tek sorumlu Harem Ağaları.  Her şey onların bilgi ve kontrolü altında. Onlardan habersiz haremde sinek bile uçmuyor. Muhteşem dizide ki Sümbül Ağa'yı hatırladınız mı?
İşte bunların görevlerini kayıt altına alan, "Tembihat" denilen bir belge varmış. Buna göre saray mensubu olan bir kadın dışarıdan başkaları ile görüşemezmiş. Harem içerisinde bile tesettüre uygun giyinmek başlarını örtmek zorundaymışlar. Siz Süleyman dizisindeki hatunların açık saçık dekolte giyimlerine bakmayın. 
Bir kadının istediği zaman tek başına haremden dışarı çıkması olmayacaklar arasında. Eğer zorunlu bir çıkış söz konusu ise yanında mutlaka yanında bir Harem Ağası bulunacakmış. Eğer yolda giderken, olur ya planlanan yerin dışında başka bir yeri görmek isterse Harem Ağaları buna kesinlikle izin vermeyeceklermiş. Bu yetmezmiş gibi saraya döndükten sonra durumu, "Darüssaade Ağası" denilen amirine bildirmek zorundalarmış. Artık o kadına ne kadar sokağa çıkma cezası verilir o yazılmamış. 
Geçerli bir mazeretle dışarıya çıkması gereken, Darüssaade Ağası izin verirse ancak bu isteğine ulaşabilirmiş. O da belirli bir süre için. Süre aşımı karşılığında yine ceza varmış. 
Akşamları saat yarımdan sonra harem ağaları haremi terk ederlermiş. Kapıları kapatılır üstlerine demirden kuvvetli kilitler vurulurmuş. Gündüz ağalar tekrar yerlerine gelirmiş. Kadınlardan biri hastalanırsa Darüssaade Ağasına haber verilir, onun isteği doğrultusunda tedavi ettirilirmiş. 
Dışarıdan gelecek bohçacı, terzi, işçi gibi kadınların Müslüman olması şartmış. Hıristiyan kadınların saraya girmesi yasakmış. Daha pek çok ayrıntı.
Beylerbeyi sarayında hareme ait bahçe bile ayrı bir bölüm. Kadınlar ancak orada hava alabiliyormuş. Hapishanelerdeki havalandıramadan farkı yok.
Sonuçta haremdeki kadının yaşamı her yönden kısıtlı ve kontrol altında. Ne verilirse almak, ne denirse yapmak zorunda, seçme şansı yok. Bu tür yaşamın da bir tek adı vardır: TUTSAKLIK
Genç kızı vazgeçemediği internet ona sanal bir özgürlük veriyor. Erişemeyeceği bilgi, indiremeyeceği görüntü yok. Ama bu, bilmem kaç inçlik ekran içinde. Sadece görüyor ve duyuyor, diğer üç duygusunu kullanamıyor. Orada gördüğü bir çiçeğe dokunamıyor, bir yiyeceği tadamıyor, bir ormanın bir denizin havasını koklayamıyor. Artık buna sanal özgürlük mü yoksa sanal esaret mi denir siz karar verin.