Yani herkesin bir önceliğinin ve  üslubunun ve de yoğurt yeme tarzının olduğunu o an nasıl düşünebilirdim ki! Öyle ya 'kasap et derdinde, koyun can derdinde!'

             Ben sabahın o saatinde vizit yapıyorum ve aklım da ameliyathanede... Bir yandan da ameliyathaneden beklenmenin vermiş olduğu o gerginliği üzerimde hissediyorum. Telefonum ısrarla çalıyor. Ellerim ise kelepçeli! Eldivenli demek istemiştim yani... Neyse bir an ağzımdan kaçtı. Çalıyor da çalıyor.  Dayanamıyorum ve eldivenleri çıkarıyorum ve açıyorum o uğursuz cihazı. Bir yandan da şöyle  düşünmeden edemiyorum: 'Benim hep ninemi sorarlar. Hoş dedemi soracak halleri yok ya!'

             Neyse... Karşımdaki başlıyor konuşmaya. 'Alo' diye başlamıyor. Önce telesekreter sanıyorum, ama değil! Tam bir 'Murtaza!'

 

             'Kardeşim sen ne güvenilmez bir adammışsın. İnsanda biraz utanma duygusu olur. Bak yine dediğin  tarihte malı göndermedin. Ben perişan oldum, şimdi ne yedireceğim?'

             'Bir dakika' diyorum, 'anlamadım. Ne yedirmesi, konu nedir?'

             'Bak' diyor, 'pişkinliğin böylesini de hiç görmedim. Bir de inkara kalkıyorsun! Parasını peşin ödemiştim, malı neden yollamıyorsun? Sende hiç utanma arlanma yok mu?'

             'Kardeşim bir dakika dinle!' diyorum, ama adam otomatiğe bağlanmış, habire laf sayıyor.

             'Beni oraya getirme, gelirsem işin boyutu değişir. Sonra külahları değişmeyelim!'

             'Buraya gelirseniz sizi acil servise gönderirim!' diyorum, ama Bir şey anlamıyor.

             'Acil servise kimin gideceği belli olmaz!' diye karşılık veriyor. Bakıyorum ki iş tehdide kadar gidiyor. Sormak zorunda kalıyorum: 'Kardeşim sen nereyi aradın? Galiba adın da Murtaza idi?'

             Sinirli bir şekilde cevap veriyor: 'Hayır adım Murtaza değil. Orası Bandırma Yem Fabrikası değil mi?'

             Gülüyorum... 'Hayır burası Yalova Gübre Fabrikası!'  Bir an duraklıyor. Mahcup olduğu belli... Anlatıyor: meğer adamcağız tavukçuluk yapıyormuş doğu illerinden birinde. Yem zamanında gönderilmeyince tavuklar haliyle aç kalmış. Gerçek kimliğimi açıklıyorum ve adam çok mahcup olup özür dileme nezaketini gösteriyor.

             Bir  'alo orası falan yer mi?' diye sormadan konuşmaya başlamanın mahcubiyeti bu...

             Seneler önce bir yerde okumuştum; gerçek bir olay. Fıkra değil yani; ayniyle vaki! Bir kasabada hatırı sayılır birisinin bir akrabası bir kamu kuruluşunun müsteşarı oluyor. Her yerde olduğu gibi bizim kasabalının itibarı artıyor. İş bulma konusunda köprü olacak ya! Neyse, birgün işe yerleştirmeyi vaat ettiği birkaç kişi ile Ankara'ya müsteşar beyle görüşmeye gidiyorlar. Nereye gidilir? Elbette özel kaleme gidiyorlar. Sekreterin klasik cevabı: 'Sayın müsteşarım şu anda toplantıdalar. Kendilerine bir sorayım!' Görüşüyor ve sonucunu iletiyor: 'Sayın müsteşarımız toplantıdan geç çıkacaklar. Diyorlar ki cep telefonunu bıraksın; ben kendisini ararım!'

             Kasabalılar ayrılıp gidiyorlar. Ertesi gün sayın müsteşarımız makamına gelince sekreter cebinden çıkardığı cep telefonunu müsteşarın masasına koyuyor. Müsteşar şaşırıyor: 'Kızım bu ne?' Sekreter mahcup bir şekilde cevap veriyor: 'Efendim akrabalarınız gittikten sonra masada bu telefonu buldum. Sonradan farkına vardım, özür dilerim. Siz cebini bıraksın deyince onlar da cep telefonunu bırakmış!'