Havaalanı çıkışında arabaya atlayıp Horasan istikametinde ilerliyoruz. Direksiyonda Arif abim. Ovadan ilerleyen ve şehre uğramayan bu güzel yolda ilk defa seyahat etmenin zevkini tadıyorum. Ağustos ayı, hava sıcak ve oldukça açık ve insanın içini ısıtan bir duygusal atmosfer içindeyiz. Horasan'a varınca çıkışta sola sapıyoruz ve Şenkaya yolunda ilerlemeye başlıyoruz. Bu yoldan tam 16 sens önce bir Haziran ayında geçmiştim. Bazı köyleri geçiyoruz. Etraf derin bir sessizliğe gömülmüş. Çayırlarda hayvan sürüleri görmek pek de mümkün görünmüyor.

            Galiba Süngütaşı'ndan sonra idi ki yol ikiye ayrılıyordu. Sağ taraf Sarıkamış'ı, sol taraf ise Şenkaya'yı işaret ediyordu. Yol asfalt. Bu yol yıllar önce stabilize idi. Sola devam ediyoruz ve bir süre sonra Çakırbaba levhası ortaya çıkıyor.. Bu sırada bir hekim anısından sevdiğim şu ifadeler aklıma geliyor: 'At üstünde ıssız köy yollarından hiç geçmemiş birine anlatacak bir şeyim yok. Ne de olsa anlamayacak bununla ilgili anlatacaklarımı. Geçene de hatırlatmayı hiç istemem!'

            Ben ise at sırtında değilim ama otomobille bile ıssız köy yollarında ilerlemek de ayrı bir zevk. Tepeyi inerken aşağıda Bardız görünüyor. Burada resim çektiriyorum. Karşı vadiler sessiz ve adeta boynu bükük... Biraz daha inince resmi kıyafetli bir karayolu çalışanı yolumuzun ortasına dikiliyor ve iki elini yana açıyor. Bunun anlamı şu. 'Buradan ileriye gidemezsiniz. Yol kapalı!' Nitekim mecburen duruyoruz ve arabadan iniyorum. Sormama fırsat kalmadan anlatıyor. 'Ağabey 1 saat önce dinamit atıldı; yol kapalı. Behleyecaksiniz!' Soğuk bir duş etkisi yaratıyor bu ifadeler benim üzerimde. Başımı kaldırıp ileriye baktığımda gerçekten 3 grayderin yolu açmak için hummalı bir çalışma içinde olduğunu görüyorum. Bu benim açımdan tam bir hayal kırıklığı!

            İçimden diyorum ki 'hayatı farklı algılamak işte bu!' Adının Murat olduğunu öğrendiğim bu gariban işçi önüme düşüyor ve bir idareci ile beni görüştürmek üzere ilerliyoruz. Üzerindeki kıyafetin arkasında şu yazı göze çarpıyor: 'Akgünler İnşaat.' Bilmem ama benim için hiç de 'akgünler' değil gibi.. İlerlediğimizde pasif haldeki bir iş makinesinin iki paleti arasındaki gölgelikte dinlenen birkaç kişiyi görüyorum. 'Bu firmanın sorumlusu ile görüşmek istiyorum' dediğimde orta yaşlı birisi başını kaldırıyor ve gayet umursamaz bir tavırla 'benem' diyor. Ben de saf saf şunu bekliyordum aslında: 'Kusura bakmayın, sizi biraz bekleteceğiz. Şöyle bir oturup dinlenin!' Yolun ne kadar zamanda açılabileceğini soruyorum. Gayet umursamaz bir ifade ve vücut dili... 'Sanırım 2 saate varmaz açılır!' İçimden diyorum ki bu adam ya benimle alay ediyor, ya da sayı saymasını bilmiyor. 'İnsaf' diyorum, 'bu dediğinizi 3 ile çarpmak lazım, ama ben yine de 2 ile çarpıyorum!' Anlamadığı belli... Açıklıyorum:'Dört saatten önce açılacağını sanmam!'

            Sitem ediyorum: 'Şu anda suç işliyorsunuz. Horasan sapağına levha koymalıydınız; ama bunu yapabilmek için önce insana saygılı olmayı öğrenmek gerek!'

            Hiç hoşuna gitmiyor, başını öne eğiyor. Uzatmayalım; dediğim gibi 4 saat sonra yol açılıyor ve Bardız'a varıyoruz.

            Anlattığım soğuk duş etkisi yapan yolu geçip rahat bir nefes alıyoruz ve Bardız'a varıyoruz. Girişteki Jandarma Karakolu insana ayrı bir güven duygusu veriyor. Burada yol yine ikiye ayrılıyor. Bizim sağa saparak köyün içinden ilerleyip yolumuza devam etmemiz gerekiyor. Buradan 16 yıl önce geçmiştim. Parke taşlarla döşenmiş mini bir köy parkı ile karşılaşıyorum. 'Şu köy bakkalından birşeyler alalım' diyorum ve alıp yola koyuluyoruz.

            Bu dönen kıvrılan yolun iki tarafı da ağaçlık ve yemyeşil... Arada keklik ve yavruları kaçışıyor. Orman Bakanlığı kene ile mücadele amacıyla doğaya salmış bu güzel kuşları. 'İnsan bunlara nasıl kıyar, nasıl avlar' diyorum o an. Bu yoldan çocukluğumuzda çok geçmişiz. Karşı vadideki ormanın sıklığı beni cezbediyor. O kadar güzel bir manzara ki! Bakmaya doyamıyorum adeta. İşte doğduğum belde. Köprüden geçip yeğenimin evine ulaşıyoruz. O da ne! Buralarda bu kadar güzel bir evle karşılaşacağımı hayal bile edemezdim. Ya o köprünün güzelliği! Çayın üzerinde bir gerdanlık gibi... Burası bir kuş yuvasından farksız. 'Oh' diyorum, 'şöyle teknolojiden uzak iki gün geçireyim!' O şiir aklıma geliyor: 'Şehrin uğultusundan bunalmış ruhumuzun/ Nadir duyabildiği taze bir heyecanla...'