'Yani' dedim, 'yapmasına yaparım da, ya duyulursa! O zaman kendimi nasıl savunurum?'

            Evet, sarı badanalı o nöbet odasında oturuyordum. Akşamın kasveti basmıştı ve sırtım kapıya dönük. Yüzüm şehire dönük ve Kızılay semtinin o ışıl ışıl halini seyre dalmışım ve hoşuma da gidiyor bu manzara. O sırada kapı çalınıyor. Bir an korkuyorum ve döndüğümde o hastam ile gözgöze geliyoruz. Bir hafta önce taburcu ettiğimiz otuzlu yaşlardaki bayan hastam. Bir bankada memure idi ve kendisine bir böbrek ameliyatı yapmıştık. Tokalaşıyoruz ve hal hatır faslından sonra konuya giriyor ve ben de yazının girişindeki o cevabı veriyorum. Bana büyük bir sorumluluk yüklediğinin bilmem ki farkında mı muhatabım. 'Bir oğlum var' diyor, 'yedi yaşında. Size sünnet yaptırmak istiyorum!'

            Zor bir durumla karşı karşıya idim. Daha ikinci sene asistanıydım Ankara Üniversitesi Tıp fakültesinde... Yani asistan demek hiyerarşide şu anlama geliyor: 'Dış kapının tokmağı!' Evet abartmıyorum, aynen böyle. Ama dışarıdan nasıl görüldüğümü bilemiyorum. Sanırım hastalarımız beni rafın üst kısmında bir yerlere yerleştiriyordur. Sağolsunlar. 'Sünnet problem değil de' diyorum,

'anabilim dalı başkanımız nöbette sünneti yasakladı. Gündüzün getirin, ameliyat listemize yazayım. Yaparım.'

            'Bir bankada çalışıyorum!' diyor hanımefendi, 'inanın izin alamıyorum. Ancak akşamları müsaitim. Ne olur beni kırmayın!'

            Zaten yufka yürekliyimdir. İzah ediyorum: 'Bakınız hocamız prensiplerinden taviz vermeyen birisi. Akşam ya gelirse! Vallahi asistanlığım gider; şakası yok!'

            Başını eğip düşünüyor ve benim en hassas yerim olan kalbime atış yapıyor adeta. 'Babası ölmüş bir çocuğa hayır demeyeceğinizi düşünmüştüm!'

            O anda gözlerim yaşarıyor. Ne zor bir durum. Bir an sessizlik... Yutkunuyorum. Şimdi karşımda babasız bir çocuk var ve ben buna hayır dememek için kendimle mücadele ediyorum adeta. Neticede duygularımın esiri oluyorum. Hemen gidip çocuğu evden getiriyor ve bir ön muayene yapıyorum. Herhangi bir kronik hastalığının olmadığı cevabını alıyorum ve hemşireyi çağırıyorum, konuşuyoruz. Sünnet setini hazırlıyorlar ve çocuğu küçük müdahale odasına alıyoruz. Hastabakıcıyı da kliniğin girişine görevlendiriyorum. Olur ya hoca gelirse bir bahane ile hemen gelip beni haberdar edecek güya. Nasıl olacaksa! Eli ayağı birbirine dolaşmazsa!  Hoca odasına gitmeyip doğrudan benim bulunduğum C Bloka yönelirse yandı gülüm keten helva! Artık beni kim kurtarırsa! Kork Mahmut'un azabindan! Orası meçhul. Neyse senaryoyu böyle yazıyorum kafamda o an...

            Neyse uzatmayalım... Sünnete başlıyoruz hemşir ile. Lokal anestezi yapıyorum. Çocuk da çok sakin yapıda birisi. Başlıyorum kesmeye. Ama kalbim de küt küt atıyor. İş üstünde yakalanmak var. Zira yasak olan bir cerrahi girişimi tüm riskleri göze alarak yapmaktayım. Buna argo tabirle cerrahide 'kaçak kesim' demekteyiz.

            O da ne? Sünnetin ortalarındayız. Kanın o koyu rengi hiç hoşuma gitmiyor. Kanamanın şiddeti de içime kurt düşürmüyor değil. Damaarlara pens koyup bağlıyorum, ama bu sefer baaaaaşka yerden kanıyor. Hemşireye bakıyorum, omuz silkiyorum. O da vücut diliyle aynı tepkiyi vermekte..'Hımm!'

            Başımdan başlayan sıcak basması ve ter sırtıma ve oradan da ayak tırnaklarıma kadar yayılıyor. Boncuk boncuk terliyorum. Şakaklarım zonkluyor ve kalbim çarpmaya başlıyor. Yirmi dakikalık sünnete başlayalı neredeyse bir saat olmuş. Çocuğun yüzü de kağıt gibi olmaya başlıyor bu arada. İçimden kendime kızıyorum.. 'Bunu kak ettin. Bir aferine kırk tas su içmek bu olsa gerek!'

            Ya bu çocuk ölürse! Beni kapının önüne koydukları gibi bir de yargı yakama yapışacaktır! İlk soru şu olur kesinlikle: 'Ne kadar para aldın?' Sen kendini savunsan da, para almadığına yemin etsen de muhatabın kulağının arkasını kaşır. İçinden de 'anlat anlat heyecanlı oluyor'  der kesinlikle. Çünkü sen orada bir 'şüpheli'sin...Bu dünya böyle acımasızdır.

            Neyse... Bir saatin sonunda kanamayı zar zor durdurup sargı yapıyorum. Belki de hayatımın en stresli ve de en uzun gecesini yaşamış oluyorum. Aklımı kemiren o soruyu aydınlatmam lazım. 'Bu çocukta bir kan hastalığı olmasın sakın!' Ama sorduğumda annesi 'yok' demişti. Yorgun argın ve  enerjim bitmiş bir vaziyette odama giriyorum. Koltuğuma gömülüp gözlerimi kapatıyorum. Bu psikolojik fırtına bu akşam ömrümden acaba kaç gün eksiltmiştir diye düşünüyorum o an. Bu sırada kapı çalınıyor ve çocuğun annesi giriyor içeri.

            'Doktor bey ne kadar da uzun sürdü sünnet!'

            Bakışlarımı ona yöneltiyorum.'Hanımefendi bu çocukta herhangi bir kan hastalığı olmasın! Lösemi gibi... Zira hem çok kanadı, hem de kanın rengi koyu idi!' Bayan bakışlarını benden kaçırarak cevaplıyor: 'Üç yıl önce lösemi teşhisi konuldu, ama tedavisini aksatmıyoruz!' Buz kesiliyorum adeta! Sinirlerime hakim olmaya çalışıyorum. 'Yani bu akşam beni resmen uçurumun kenarına ittiniz. Öldüm öldüm dirildim. Ya çocuğunuz elimde ölseydi? Benim de hayatım kaymış olurdu!'

            Özür dileyip süslü ve gururumu okşayıcı cümleler kuruyor. Olan oldu artık! Fazla da yüklenemiyorum.

            Buradan ders çıkarıyorum: 'Her sakallıya dede deme!'

            Ve her şey susuyor... Uyku...