Akşamın o karanlığında tam evden çıkıp beni aşağıda bekleyen arabaya yöneliyordum ki eşim telaşla arkamdan geldi ve elindeki kağıda arabanın plakasını yazdı..Yüzünde bir tedirginlik vardı, ama saflığımdan anlayamamıştım. Beni bir kenara çekerek “akşamın bu saatinde tanımadığın bilmediğin insanların arabasına nasıl binebiliyorsun, bari oğlum da seninle gelsin; ne olur ne olmaz!” dediğinde ben de tedirgin olmuştum..Öyle ya daha geçenlerde bir gazetede yazıyordu: “Güneydoğu illerinden birinde bir kadın hastalıkları uzmanını hastaya götürmek için arabalarına almışlar ve hekimi öldürüp dağ başında bir yere gömmüşler. Yüklü miktarda da parasını gaspetmişler. Hekimin çürümüş cesedine aylar sonra ulaşılabilmişti.”

Eşimin bu uyarısı üzerine bir arabadaki hasta yakınlarına baktım, bir de eşime...Hiç de öyle zarar verecek insanlara benzemiyorlardı. Ama insanın karası içindedir elbet, bilemezsin. Espri olsun diye şunu söyledim:”Bir evden bir kurban yetmez mi?” Sanki 12 yaşındaki oğlum nahoş bir olay karşısında benim korumalığımı yapacak. Neticede oğlumla birlikte bindik bir alamete, gidiyoruz bir bilinmeze!

İznik'in köylerinden birinde yaşlı bir erkek hasta idrara çıkmakta zorlanıyormuş.. Ta o kadar uzak mesafeden gelip beni alıyorlar ve köylerine götürüyorlar. Oğlumla ben arkadayız. Direksiyondaki kişi hastanın oğlu.. Kırklı yaşlarda.. Günlerdir traş olmamış..Avurtları yapışmış, saçı belki de hiç tarak görmemiş. Kemerli burnunun altından sarkan bıyıkları neredeyse alt dudağını kapatmakta.  O kadar sempatik ve saygılı ki... Yanında oturan kişi de o yaşlarda, ama öteki ne kadar zayıfsa bu ikincisi o kadar obez. Hani  “yüzünden kan damlıyor” misali. Traşlı ve bakımlı..İçimden “yok canım korkmanın ne anlamı var, iyi insanlara benziyorlar!” diyerek teselli bulmaya çalışıyorum..Ama insanın içine bir korku düştü mü şeytan dürtüklüyor ve hep kötü sahneler aklınıza geliyor..Domino hesabı..Elbette hormonal dünyanız da hep negatif yöne çalışıyor.

Aklımda “acaba geri mi dönsem!” diye bir fikir belirdi, ama bu fikri aklımdan çabucak kovdum. Oğlumun elini tutmuşum, avuçları öyle terlemiş ki! Arada göz göze geliyoruz: Göz işaretiyle ve vücut dilimle onu sakinleştirmeyi de ihmal etmiyorum.

İznik gölünü geçip dağ yoluna tırmanmaya başlayınca dayanamayıp soruyorum: “Ne kadar yolumuz kaldı acaba?”  Hastanın oğlu “merak etmeyin on dakika sonra köydeyiz. O anda bir kronometreye bakar gibi saatime bakıyorum. Kırk dakika daha gidiyoruz; nihayet köyün cılız ışıkları ve köpek havlamaları duyuluyor uzaktan. Oğlumla göz göze gelip seviniyoruz. O anda şöyle düşünüyorum: “Köylünün zaman ve uzaklık ölçülerini 4 ile çarpmalı!”

Köyün dar sokaklarından geçerek bir evin önünde duruyoruz. İnince sert ve uluyan bir rüzgar karşılıyor bizi... Şairin dediği gibi: “Gah uluyor vahşi bir hayvan gibi; Gah ağlıyor çocuk gibi...” Bir bahçe kapısından giriyoruz eve..Kapıdan girerken başımı çarpmamak için eğilmek zorunda kalıyorum. Köşede bir yatak. Loş bir oda. Hasta bir deri bir kemik... Başında yakınları. Ne kadar da candan insanlar. Hastamıza mesane sondası takıp rahatlatıyorum. Enjeksiyon yapıp ızdırabını gideriyorum... İşimi bitirdikten sonra mindere davet ediyorlar. Bir bakıyorum köy sofrası önümüzde... Neler hazırlamamışlar ki... İşte köy insanının gönül zenginliği bu... Bakıyorum saat gecenin 10'u olmuş..Gözüm kapıda..Çay içip birşeyler atıştırırken hastanın hanımı yanıma bir sepet koyuyor..”Azımızı çoğa tut doktor bey, köy yumurtası hazırladım!”

Hastamızı ertesi gün hastaneye yatırmam gerektiğini söyleyerek aynı araba ile köyden ayrılıyoruz..Dönüş yolunda ümitsizlik ve endişe diye bir düşünce yok elbette..

Eşim evin balkonunda bizi bekliyor.. Gelişimizi vücut diliyle kutladığını görüyoruz. El sallıyor. Oğlum evde içindeki duyguları kelimelere döküyor. “Baba işin zor, ben galiba senin yolunu takip etmeyeceğim. Ben bu tempoya dayanamam!” Gülüşüyoruz ve yanağından bir makas alıyorum...