O anda aklıma Mevlana'nın o ünlü ve derinden düşündüren özlü sözü geldmişti. Şöyle diyordu: 'Ne kadar anlatırsan anlat, senin anlatacakların karşındakinin anlayacağı kadardır!'

            O gün sabah vizitini bitirmiştim ve hemşire deskine oturmuş, hasta dosyalarını dolduruyorum. Bilgisayardan da hastalarımın tetkik sonuçlarına bakıyorum ve sorumlu hemşireye de gerekenleri söylüyorum. Sabah vakti benim en yoğun olduğum vakittir. Elbette diğer meslektaşlarımın da! Bir yandan da cep telefonuma gelen çağrılara cevap vermeye çalışıyorum.

            Poliklinik sekreterimiz sıkıştırıyor: 'Hastalar sabırsız, polikliniğe ne zaman geleceksiniz? Beni yedi bitirdi bir kişi..Çabuk gelin ne olur!'

            O gün başka bir meslektaşımın ameliyat günü... Başka bir hemşire de o hastaların yatış işlemlerini yapıyor ve preoperatif rutin soruları sıralıyor.  Bir erkek hastaya soruyor: 'Karnınız aç, bir şey yemediniz değil mi?' Hasta kendinden emin bir şekilde cevap veriyor: 'Hayır hiçbir şey yemedim, karnım aç!' O sırada yanındaki eşi hemen müdahale ediyor: 'Hemşire hanım eşim bir şey yemedi de sadece çay içti!' Bu diyalog üzerine başımı bilgisayardan kaldırıp onlara bakıyorum. Erkek hasta eşine ters ters bakıp bakıp bize dönüyor.  'Ama doktor bana Bir şey yemeyeceksin dedi. Bir şey içmeyeceksin demedi ki!'

            Gülmekle ağlamak arasındaki bir duygu ile polikliniğe yöneliyorum. İçimden de diyorum ki 'ne dehalar varmış da farkında değilmişiz!'

            Sekreterim sabırsızlanan orta yaşlı bayanı alıyor içeri..Yanında da göbekli ve çam yarması tabir edilen kocası.. Eşi bir gün önce tek başına gelmişti ve tetkik sonuçlarına bakıyorum. Bilgisayardaki grafiyi büyütüyorum ve onları da yanıma çağırıyorum ki görsünler..Niyetim ikna etmek ve inandırıcı olmak..Eşinde bel ağrıları varmış..başka poliklinikten gönderilmiş:'Bir de ürolojiye uğra. Bu ağrılar belki de böbrekten geliyordur!'  Ultrasonografiye bakıyorum..İşte anlatıyorum: 'Şurda şu var, burda bu var!' Son sözüm şu oluyor: 'Fizik tedavi ve iç hastalıkları polikliniğine gidiniz!' O sırada hastanın kocası bir eşine bakıyor bir bana ve güya espri yapıyor: 'Desenize bizim karı hurdaya çıkmış; artık yeni bir karı almanın zamanı!'  Zavallı kadıncağızın gururu kırılmış, belli.. Yine de olgunluğa verip başını öne eğiyor. Ben dayanamıyorum ve belki de söylememem gerekeni söylüyorum: 'Ya tersi olursa? Sizin hiç hastalığınız yok mu?' Koca pozisyonundaki kişi müthiş bozuluyor. Kızarıyor ve beni yiyecekmiş gibi bakıyor adeta. 'Hocam çok ağır bir şaka yaptınız! Biz Gürcüler bunu kaldıramayız!'  Yükleniyorum: 'Allah kadını da, erkeği de eşit yaratmadı mı? Bu hakkı kendinizde nasıl görürsünüz? O da aynı Allah'ın kulu değil mi?' Baktım ki adam kıpkırmızı oluyor....Bana bir zarar geleceğinden çekiniyorum. Yumuşatmak zorunda kalıyorum. 'Canım siz de bu işi çok ciddiye aldınız. Bir espri yaptım, hepsi bu kadar!'

            İtiraf edeyim ki adamın bakışlarından korkmuştum! Onun beyni öyle kurgulanmış. Değiştirmek bana düşmez ki! Aslında değişmesi gerekir...Ama kaç asır sürer, onu bilemem!