Beldenin sonundaki köy değirmenini de geçtiklerinde arabacı geriye dönüp kızaktaki hastaya baktı ve başındaki adama dönerek 'battaniyelerin fırtınada uçmaması lazım. İyice sar sarmala!' diye uyardı. Zira bu dağlarda uçan kargalar bile donardı bu kış gününde..Yörede bu aya 'Zemheri' derlerdi. Lapa lapa kar yağıyordu. Arabacı sabahın o saatinde kızağına aldığı hastayı bir an önce ilçe hastanesine ulaştırmanın telaşı içindeydi.

            Hasta inliyordu. Bir haftadan beri ateşler içinde yatan hastanın karın ağrısı ve kusma şikayetleri vardı. Komşu kadınlar onu iyileştirmek için neler yapmamışlardı ki! Yörede ne kadar 'kocakarı ilacı' varsa denenmişti ama hastanın ateşi bir türlü düşmemişti ve karın ağrıları da giderek şiddetini artırıyordu. Karnına ısıtılmış tuğlalar konulmuştu. Yörede 'herle' diye bilinen çorbadan da az içirilmemişti! O yetmemişti de komşu köydeki 'Hekim Teyze Hacer'e de haber salınmıştı. Hacer iki gün boyunca hastanın karnına bardak atmıştı. Göbeğini çekmişti. Bitki karışımlarından içecekler içirmişti.

            Ya nefesi kuvvetliler? Hatta  Şeyh Efendi'ye bile okutmuşlardı. Sayıklamaları için kesin teşhisi koymuştu Efendi Hazretleri: 'Cin çarpmış!' Elektrolit kaybını nereden bilecekti garibim! En sonunda köyün öğretmeni devreye girip hastaneye götürülmesi gerektiğini söyleyerek kocasını ikna edebilmişti.

            'Dizanteri ya da tifo olabilir' demişti öğretmen.

            Arabacıya haber salınmıştı. Arabacı Ömer bu civarın adeta dolmuşcusu idi. Adı arabacı idi. Yazın at arabası ile çevre köylerden ilçeye yolcu ve hasta taşırdı. Kışın ise kızakçılık yapardı. Kızakçı da olsa o bir 'Arabacı Ömer' idi. Ona civarda 'dokuz canlı adam' da denirdi. Bu, kış şartlarında olağanüstü dayanıklılığının sonucu olarak almış olduğu onurlu bir sıfattı. Orta boylu, tıknaz ve kalın sesli birisiydi arabacı. Kalın ve kaytan bıyıkları yayvan ve kırmızımsı burnunu alttan desteklemekteydi. Kanaatkar, gözü tok ve kısacası 'dünya malına fazla tamah etmeyen bir insan' olarak tanınırdı Arabacı Ömer. Fiyat tarifesi çoğu zaman şöyle idi: 'Ne verirsen!'  O anda parası olmayana da seçenek sunardı: 'Eline geçince' veya 'paran yoksa duan da mı yok!'

            Arabacı karşıki dik vadiyi göstererek 'en zor yolumuz burası. Tamı tamına sekiz büklümü var bu vadinin. Burayı yarım saatte çıkarsak üç saat sonra ilçedeyiz!'

            Bir yandan da dor atları kamçılıyordu. Bu soğuk havada atlardan çıkan terler sigara dumanı gibi havada görüntü oluşturuyordu. Kamçının ucu ara sıra hastanın kocasının başına da değiyordu, ama olsun bu bir 'fiske' sayılırdı onun için. Başını kaldırıp arabacıya dert yanıyordu kocası Mehmet.. 'Hanımıma bir şey olursa 3 çocukla ben ne yaparım?' Arabacı onu teselli ediyordu:'Merak etme, Allah kerimdir!'

            Arabacı bu ağır kış şartlarında kendine göre bir giyim tarzı geliştirmişti. Başından boynuna  kadar uzanan ve sadece gözlerini ve burnunu açıkta bırakan özel bir 'papak' örmüştü karısı ona. Hele çorapları... Dizlerine kadar çıkıyordu ve yünden idi. Kalın paltosuna ise soğuğun işlemesi mümkün değildi.

            Tipi önden öyle bir esiyordu ki! Hani şairin dediği gibi 'gah uluyor vahşi bir hayvan gibi... gah ağlıyor çocuk gibi..!'

            Mehmet arabacıy sordu. 'Ömer abi nasıl dayanıyorsun, ben dondum!' Arabacı bakışlarını ona çevirerek cevapladı: 'Senelerdir bu yollardayım. Ben bile bu dağlara henüz alışamadım!'

            Vadiyi tırmanıp düzlüğe ulaşmışlardı. Hasta ise durmadan inliyordu. Kocası arada bir su içiriyordu. Arabacı azığından pestil çıkarıp arkaya uzattı. 'Şunu bir yedir hele!'

            Yola çıkalı bir saat olmuştu. Tipi de hep önden vuruyordu. Bu sırada arabacı sağ elinin işaret parmağı ile karşı vadiyi işaret ediyordu hastanın kocasına: 'Şuraya bir baksana!' Arkadaki başını kaldırıp vadiye baktığında korkmuştu. 'Bu bir kurt sürüsü!' diyebildi titreyen dudaklarıyla. Arabacı arkaya dönerek gülümsedi ve elindeki aleti gösterdi. Teselli edercesine ...'Merak etme lagan var. Biz kaçın kurrasıyız!'

            Arkadan sesi geldi aniden. Arabacı durdu ve hastanın karlar üzerine kusmasını izleyebildi sadece. 'Ben' dedi arabacı, 'askerliğimi sıhhiye eri olarak yaptım. Bu hasta tifo kapmış olmasın!' Kocası onu onayladı. 'Öğretmen de öyle demişti!'

            Kokor denilen düz ovadan ilerleyip orman içindeki köyü de geçtiler ve yine vadiye orman içinden ilerlediler. Gök mavi, yer beyazdı. Sarıçam ağaçlarının tepesindeki kargalar arasıra aşağıya kar serpintilerini yuvarlıyorlardı ve  onlardan başka canlı da yoktu. Tepeye varınca ilçe uzaktan göründü. Hastanın inlemeleri iyice artmıştı. Arabacı 'biraz daha dayan bacı. Bak pek bir yol kalmadı, geldik sayılır!' diyerek moral vermeye çalışıyordu.

            Nihayet hastane önüne gelmişlerdi. İki hastabakıcı sedye getirip içeri aldılar hastayı. Doktor sempatik ve de halkını iyi tanıyan birisiydi ki tebessümle ve güleryüzle karşıladı onları. Hastayı hemen muayene edip ön teşhisini açıkladı: 'Tifoya benziyor, inşallah barsaklarda fazla bir hasar bırakmamıştır!'

            Arabacı Ömer bir hastayı daha hastaneye sağ salim ulaştırmanın mutluluğu ile atlarına tekrar 'deeh!' deyip oradan ayrılıyordu.