Kısmen dik bir vadide, stabilize bir orman yolunda ilerlerken önden esen ılık rüzgar tenimizi okşamakta... Zamandan kopmuşum adeta. Ormanın o gizemli havası beni alıp başka diyarlara götürüyor desem abartmamış olurum. Mutluluğun göreceli bir kavram olduğuna inanmışımdır hep. Kimi insan vardır, sadece etten ve kemikten ibarettir. Sanırsınız ki ruhu buharlaşmış, uçup gitmiş ve bedenini terketmiş. Şair diyor ya... ''Eskiden, çok eskiden tutuldum, yine böyle / Vücudumu ürperten, mahveden bir rüzgara...'' Kiminin tatlı tatlı esen o rüzgardan haberi bile olmaz...Ve virajlı yolu biraz yarılayınca içimden bir ses şöyle diyor: ''Bu arazi arabasını biraz da sen kullan!'' Oğuz'a dönüyorum... ''Hayatımda hiç böyle bir arazi arabası kullanmadım, ne dersin, bir deneyeyim mi?'' Tebessüm edip sağa çekiyor ve direksiyona geçiyorum. Bu çam ağaçlarına karşı özel bir sevgim vardır, hiç abartmıyorum, çam ağacını görünce içim bir hoş olur öteden beri, çünkü hamurum öyle yoğrulmuş... Bir süre sessizliğin esiri olmuşum ki Oğuz takılıyor: ''Sohbetine de doyum olmuyor!'' ''Haklısın'' diyorum, ''bir hatıram gözümde canlandı da...'' ''Anlatsana!'' diyor. ''Peki'' diyorum ve başlıyorum.

            ''Bu çam ağaçlarına karşı içimde adeta gizli bir sevda vardır. Bir şiirde olduğu gibi. Bir seracıyı ameliyat etmilştim. Giderken soruyordu: 'Hocam çiçek mi getireyim, yoksa limon ağacı mı?' Tam zamanıydı, çam ağacı var mı diye soruyordum. 'Olmaz mı' dediğinde sevinmiştim. O zaman bana sarıçam ağacı getirirseniz memnun olurum demiştim.''

            ''Getirdi mi?''

            ''Birkaç gün sonra mini bir çam ağacı getirdi ki... O kadar sevimliydi ki... Evde balkona koymuştum!''

            Tepeye yaklaştığımızda gölgelerin gittikçe uzadığını farkediyorum. Ya açlık duygusuna ne demeli! Zira açlığa hiç dayanamam. ''Bir yerde mitili serelim, karnım zil çalmaya başladı'' dediğimde gülüyorlar. ''Sen devam et, yukarıda bir kayalık var ve yakınında da göze var. Otağı oraya kuracağız ve geceyi de orada geçireceğiz. Kartal yuvası gibi bir yere götüreceğim, inan güzelliği büyüleyecek!''

            ''Tamam'' diyorum, ''ekip başı sensin!'' Ve bir üre sonra direksiyonu ona teslim ediyorum. Sola ayrılan yolu takip ediyor ve bir tepede duruyor. ''Haydi iniyoruz, çadırları kuruyoruz'' dediğinde aşağıya bakıyorum. Derin vadiden akan çayın sesi karşı kırmıtlara vurup yankılanıyor. Etraf alabildiğine orman. ''Ben şu kayalığın son noktasına kadar bir yürüyüp manzarayı bir seyredeyim'' dediğimde arkadan bağırıyorlar: ''Fazla uzaklaşma,buraları milli park ilan edildiğinden karşına her an bir 'kocaoğlan' çıkabilir!'' Hem ürperiyorum, hem de bu kocaoğlan terimi çok hoşuma gidiyor. ''Oğuz, ayı için kullanılan bu kocaoğlan isimlendirmesini senelerdir unutmuştum, bir hoş oldum'' diyorum. Ona rağmen etrafa korku ile baka baka kayalığın tepesine ulaşıyorum. O sırada tepemde uçan bir akbaba dikkatimi çekiyor. Şöyle düşünüyorum: ''Buralarda bir leş olabilir, tedbirli olayım, böyle durumlarda erkekliğin onda dokuzu kaçmaktır' ve hızlı adımlarla çadır yerine ulaşıyorum. Çadırları kuruyoruz. İkimiz odun toplarken Oğuz, etleri mangalın kenarına diziyor. Bir de bakıyorum ki bagajdan bir semaver indiriyor. ''Oğuz tam tekmil gelmişsin maşallah'' diyorum. O anda aklıma çocukluğumuzun düğünleri geliyor. Düğünlerde hep şöyle bir türkü söylenirdi: ''Semaveri galeyliyin, çay şekeri bol eyliyin!'' Yani semaveri kalaylayın, çayı şekeri bol eyleyin...

            Sosyologlar zamanı objektif ve subjektif diye boşuna ikiye ayırarak yorumlamamış. Zira eti pişirinceye, çayı demleyene ve çadırları düzenleyinceye kadar ben subjektif zamanın esiri olmuşum meğer. Zaman su gibi akıp gitmiş. Batan güneşe karşı bağdaş kurup oturuyoruz ve etleri yemeye başlıyoruz. Ayışığı altında romantik bir gece yaşıyoruz sanki. Şair diyor ya... ''Batan güneşe karşı uçan kuşları düşün, geçen kervanları an...''

            İnsanda bastırılmış duygular, mahalle baskısına rağmen böyle durumlarda günyüzüne çıkar.

Hani vesvese basıp insanın dimağını esir alınca mantık da adeta buharlaşır. İçimde cevap bekleyen sorular var, ama bir yandan da erkekliğime yedirip soramıyorum. Hani şöyle düşünürüz: ''Bana ne de ödlek bir adammış derler de...!''

            Ayışığı var, ama gecenin o karanlığında bir dağ başında, kervan geçmez, kuş konmaz bir ormandayız. Şöyle düşünüyorum: ''Buralarda insanı kesseler kimsenin haberi olmaz!''

            Tedirgin tedirgin etrafa bakışım Oğuz'un dikkatini çekmiş olacak ki birden gülüyor... ''Birşeyden mi korkuyorsun? Merak etme tedbirliğim ve üstelik bir Allahın kulunun bile haberi olmaz burada olduğumuzdan!'' Ben de gülüyorum... ''Oğuz ne yalan söyleyeyim, aklıma takılan iki husu var, seninle paylaşmak istiyorum.''

            ''Sor!''

            ''Birincisi şu... Bir yerde okumuştum, ayılar etin kokusunu üç kilometre öteden alırmış. Hani biz de et yiyoruz ya!''

            Yine gülüyor... ''Ayı korkak hayvandır, bir yerde aniden gözgöze gelirsen ve arkasında da palakları varsa saldırabilir. Ama tedbirliyiz, rahat ol, çadıra gelmez.''

            ''Diğer endişem de şu... Bu ormanlarda bir zamanlar teröristler kol geziyordu. Şimdi öyle bir tehlike var mı?'' Sağ eliyle aşağıdaki vadiyi gösteriyor... ''Merak etme, kahraman güvenlik kuvvetlerimiz birkaç sene önce şu aşağıdaki vadide son beş teröristin cehenneme biletini kesti!''

            ''Yani cehenneme zumera mı?''

            ''Aynen'' diye başını sallıyor.