'Şu kısacık konuklukta, deprem kargaşasında' şeklindeki dizelerin tarif ettiği bir ortamdı o an... Asrın felaketi olarak adlandırılan Marmara Depremi'nin üzerinden birkaç gün geçmişti. Bedensel ve ruhsal olarak 'savrulmuş' idim adeta. Belki de 'savrulmuşuz'...

            Hastane bahçesinde öğle vakti... Ameliyathane kıyafeti ile dolaşıyorum. Hem elbise, hem pijama bu benim için. Hani hapishanede mahkumlara tek tip elbise giydirirler ya... Biz de bütün hekimler bu 'yeşil elbise' ile dolaşıyoruz. Bir ağacın altına dinleniyorum. Yakındaki stadyumda kurulmuş olan Sahra Hastanesi'nden henüz gelmişim...

            Sırtımı ağaca yaslamışım ve biraz 'şekerleme'  yapıyorum. Bir ses ile başımı kaldırıyorum. Uzaktan bir personelimiz  beni birisine işaret ediyor. 'İşte orada doktor' dediğini duyuyorum. O insan bana doğru yönelirken adımları birden hızlanıyor... Ayağa kalkıyorum. Evet o!... Ta kendisi!...  Bu bizim 'Kadir Amca!'

            Yaklaşınca mavi gözlerinden tanıyorum. Evet o duygusal insanın gözleri yaşlı... Bana sarılıp birden hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. Elbette ben de ağlıyorum. O an 'erkekler ağlamaz' tezini ikimiz beraber çürütüyoruz.

            'Seni' diyor, 'sağ salim gördüm ya, artık ölsem de gam yemem!'

            'Kadir Amca ne ölümü! Bu da nereden çıktı!' diyorum.

            'Senin için de depremde öldü dediler. Hayır gidip gözlerimle görmeden inanmam dedim ve ancak bugün gelebildim!'

            Teselliediyorum. 'Biliyorum' diyor, 'beni ameliyat ettiğinde arada odana  gelirdim. Odada ortopedici, sen ve beyin cerrahı o genç çocuk otururdunuz. Dediler ki o odadaki doktorların hepsi ölmüş!'

            'Kadir Amca' diyorum, 'doğrusun, o odadaki iki meslektaşım da hayatını kaybetti. Demek ki içecek suyumuz varmış. Allah'ın takdiri böyleymiş. İşte bir tek ben kurtuldum. Kader işte!'

            'hele otur' diyorum ve ağacın altına oturuyoruz. Kadir Amca adeta 'ruhu bedeninden önde giden' bir insandı. İkramı seven gönlü zengin bir insandı. Yalova yakınındaki köylerden birinde oturuyordu. Bir akraba gibi olmuştuk kendisi ile...

            'Nerede kalıyorsun?' diye soruyor. Sağ elimin işaret parmağı ile morgun önündeki arabamı gösteriyorum. Elimin titrediğinin farkına varıyor. 'İşte ' diyorum, 'morg manzaralı evim.. Ta orası, o araba!'

            'Nasıl' diyor, 'sen günlerdir o arabada mı yatıyorsun?' Bakışlarımı kaçırıyorum. 'Evet' anlamında başımı sallayabiliyorum sadece. Bu sırada gözlerimden sıcak bir sıvının aşağı aktığının farkına varıyor. Sitem ediyor. 'Hayır' diyor, 'haydi kalk doğru köye gidiyoruz. Benim elma bahçesinin yanına tahtadan iki güzel baraka yaptım. Bilesin birisini sırf senin için yaptım!'

            Israr ediyor ve arabamla köye yollanıyoruz. Ya İlahi! Bu ne kalbi dostluk! Öyle güzel bir ev yapmış ki! Duygulanmamak mümkün değil. Gözlerimin ıslandığını saklayamıyorum onlardan.

            Kadir Amca' diyorum, ' bu bir villa!' Adını da koyuyorum: 'Buna Piştek Villa diyeceğim bundan sonra!' Pişteğin ne anlama geldiğini soruyor.. 'Bizim oralarda böyle ham tahtaya piştek derler' diye izah ediyorum.

            Kadir Amca seneler sonra Alzheimer hastalığına  yakalandı. Şimdi o köy mezarlığında ebedi uykusunda... Rahmet diliyorum Allah'tan...