Elindeki o minicik ve el örmesi, beyaz renkli çantacığı masama bıraktığında şaşırmıştım doğrusu... Daha oturmadan tebessüm ederek ''bunu Sami Bey gönderdi, selamı var'' dediğinde elim refleksi bir hareketle çantacığa gidiyordu. Hani ''görmemiş' gibi hızla açıyordum. Evet, içinde birkaç kitap vardı. Ben kitapları incelerken hastam söze karışıyordu: ''Sizin edebiyata ve okumaya meraklı bir insan olduğunuzu bildiği için bu kitapları gönderdi.'' Hatırlamıştım, birkaç yıl önce yine bir demet kitap göndermişti ve açtığımda bir sürprizle karşılaşıyordum. Kitaplardan birisi onun eseriydi, bastırmıştı. Bir de not yazmıştı o zaman... ''Sizin de bu yazılarınızı birgün kitap haline getirmenizi canı gönülden arzu ediyorum.''
            Bu sefer gönderdiği kitaplardan birisi yıllar önce okumuş olduğum bir hekimin anısıydı. Müthiş bir edebi üslubu vardı bu Rus hekiminin. Hemen açtığımda o sayfada kitap dostu, kadim dostumun küçük bir kağıda yazdığı o satırları okuyordum. Şöyleydi: ''Merhaba değerli doktor abim... Yazılarınızı hep okuyorum. Kaleminiz dere gibi akıyor. Sait Faik Abasıyanık, Yaşar Kemal'den bir farkınuız yok. Anadolu topraklarından nice medeniyetler, kültürler gelip geçmiş. Sanırım sizin gücünüz de ordan geliyor. Yazılarınızı kesip Norveç'teki arkadaşıma da gönderiyorum. Ben de Termal kitabımın 11. baskısını hazırlıyorum, ama korkudan Yalova'ya gidemiyorum, hep köydeyim. Selam ve saygılarımla...''
            Duygulanmıştım elbette. Bir kadim dostun beni anlatan bu kalbi cümlelerine acaba layık olabilecek miydim? Edebiyat düşkünü bu kalbi dostumun kalbi düşüncelerini ifade ettiği o küçük kağıt parçasının yer aldığı o sayfayı okumaya başlamıştım o sırada. Ne güzel cümlelerdi onlar... ''Böylece bir yıl geçti. Bu eve geldiğimden beri tam bir yıl olmuştu. O zaman da şimdiki gibi yağmurdan bir tül örtüyordu pencereleri, o zaman da huş ağaçlarının son sarı yaprakları düşüyordu hüzünle. Etrafta değişen hiçbir şey yoktu sanki, fakat ben çok değişmiştim.
            Yıldönümü kutlamamı anılarımla baş başa yapacağım. Döşemeyi gıcırdatarak yatak odama gittim ve aynaya baktım. Evet, büyük değişiklik vardı. Bir yıl önce, bavulumdan çıkardığım aynaya yansıyan tıraşlı bir yüzdü. O zaman yirmi üç yaşındaki başımı yandan ayrılmış saçlarım süslüyordu. Şimdi saç ayrımım gitmiş, saçlarım özensizce arkaya taranmıştı. Tren yoluna otuz verst uzaktayken saçlarımı yandan ayırarak etkileyeceğim kimse yoktu. Sakal tıraşım da aynı haldeydi. Üstdudağımın üzerinden sert, sararmış diş fırçasını andıran bir çizgi belirmiş, yanaklarım rendeye dönmüştü; öyle ki çalışırken kolum kaşınacak olursa yanağımla kaşıyabilirdim. Haftada üç yerine bir kere tıraş olduğumda hep böyle olur yüzüm.''
            Dalıp gitmiştim cümlelere. Geçmiş yılların muhasebesini yapıyordum o an... Böyle anı kitaplarını okuya okuya bende de kendime özgü bir edebi üslup gelişmişti demek ki... Bunları söylerken kibir denilen o şeytani duygunun sınırlarına yaklaştığım sanılmasın sakın. Aman aman... Bir seferinde bir edebiyatçı büyüğüm yeni çıkan bir romanını imzalayıp bana getirmişti. Kendine özgü o cümleler ile edebi üslubumun akıcılığından bahsederken ben de habire ''aman hocam, ben kim oluyorum da sizin yanınızda'' demekteydim. Elini omuzuma atıyordu... ''Bak, edebi üslubunu küçük görme, çok akıcı ve duygusal yazıyorsun. Tasvirlerini çok beğeniyorum. Bir de aşırı tevazu gösterme, bakarsın gerçek sanırlar!'' Beraber gülüyorduk...
            Bir ara bir yazı dizisi hazırlayayım demiştim. Her insan bir yazı konusudur diye düşünmüşümdür hep.  Birçok meslektaşıma konuyu açmıştım: ''Başınızdan geçen enterasan hasta hikayelerini bana anlatın, ben onu süsleyerek, espri katarak zenginleştiririm, köşemde yazarım. Güzel bir yazı dizisi olur.'' Hiç unutmam, bir meslektaşım ürkek bakışlarla şöyle demişti: ''Hasta sırrını ifşa etmek bir suç değil midir? Etik olmaz.'' Tebessüm ediyordum...''Bakın ben karartma yapıyorum, yani hekim olarak sizi kaynak göstermem. Takma isimler kullanırım; bu şekilde yazmak özel hayatın ifşası demek değildir. Ayrıca zaman ve mekan konusunda da karartma yapacağım. Hani mizahi konuları anlatmanı istiyorum zaten. Kalkıp da hastanın cinsel hayatını anlatacak değiliz ya...''Buna rağmen meslektaşlarımı ikna etmek mümkün olmamıştı. Ah yazılı edebiyat... Söz uçar, yazı kalır şeklindeki özdeyişi içimize bir sindirebilsek...Zaten roman dediğin de bizim sıradan dediğimiz yaşanmış hayatların anlatımından ibaret değil midir? Reşat Nuri, Hüseyin Rahmi, Halit Ziya Uşaklıgil, Peyami Safa, Yaşar Kemal ve daha niceleri günlük hayatı anlat mıyor mu? Özellikle Tolstoy ve Dostotevski'nin de birçok romanını okumuşumdur; tamamen günlük hayatı anlatıyorlar.
            Şimdi ben de yazılarımda uzaylılardan bahsedecek değilim ya... Bu toprağın insanlarının o güzel yüreğinden gelen, riyadan uzak o kalbi duygularını aksettireceğim elbette. Ben uzak ve yabancı ve dokuma, genlerime uymayan ideolojileri elimin tersiyle itmişimdir hep. İşim olmaz! İşte yurdumun insanlarından birinin o kalbi seslenişi...
            ''Alo'' diyordu, ''birkaç haftadır yazılarınızı göremiyorum gazetede, halbuki sizin için alıyordum gazeteyi. O akıcı ve duygu dolu yazılarınıza neden ara verdiniz? Yoksa gazeteye mi küstünüz?'' Mahcup olmuştum. ''Ekrem Bey, ben bu söylediklerinize acaba layık mıyım? Gazetemi çok seviyorum, sadece işlerimin yoğunluğundan dolayı yazı gönderemedim. Ben konu sıkıntısı çekmem, mesela şu diyaloğumuz bile bir yazı konusudur!'' Gülüyordu... ''Söz verin, haftaya yazı göndereceğinize!''
            ''Söz'' diyordum. İşte bu bir itiraftır, yine gönderememiştim. Ve nereden bilebilirdim o okuyucumun bir hafta sonra karşıma hasta olarak geleceğini! Şikayetlerini dinlemiş ve bazı kaygılarını edebi bir dille izah etmiştim. Şöyle diordu: ''Böyle edebi konuşuyorsunuz da neden gazeteye yazı göndermiyorsunuz?''
            Şaşırmıştım... ''Yoksa siz geçen hafta telefonda bana sitem eden okuyucum musunuz?''
            Başını sallayıp tebessüm ediyordu... ''Şimdi diyeceksiniz ki sözünüzde durmadınız, yazı göndermediniz!'' dediğimde gülüyordu.