O an içimden şöyle diyordum: ''Bunu yazsam mı acaba?'' İçimdeki ''öteki ben'' de şöyle diyordu: ''Yaz yaz! Ne sakıncası var! Hem karartma yaparak yazarsan fena olmaz yani!''
''Öteki ben''e itiraz eden ''içimdeki ben'' ise tebessüm edip başını sallıyordu: ''Anladım neden acaba diye düşündüğünü... Evet, ince düşünüyorsun, yani diyorsun ki anlatırsam vicdanıma emanet edilen o kutsal hasta sırrını ifşa etmiş olur muyum?''
İçimdeki ''iki ben'' böyle mücadele ediyordu birbiriyle ve sonunda o ''benler''den biri galip geliyordu ve yüksek sesle ifade ediyordu düşüncesini... ''Yaz! Toplumun sessiz ve çığlığı duyulmayan masum ve mağdur bir kesiminin sesi olursun belki!''
İşte yazıyorum...
Bir gün önce ameliyat ettiğim Yusuf Bey'in pansumanını yaparken elleri koynunda bir pozisyonda bizi izleyen eşi yarı gülerek, yarı da ciddi bir ifadeyle ''hocam acı bu adamın canını! Bakalım ki nasıldır can acıtmak, bir anlasın!'' Eşinin adını bile anmadan hep ''bu adam'' diye hitap etmekteydi...
Şaşırmıştım elbette. Bu sessiz bir çığlığın ve bir kadının gururunun isyanıydı adeta. Bunca yıllık meslek hayatımda mazlum kadın çığlığı ve isyanına şahit olmuştum, ama bu çok farklıydı... Evet, gerçekten çok farklı bir zedelenmiş ve aşağılanmış bir gururun isyanıydı diyebilirim.
Hastanın ağrı eşiği de çok düşük olmalıydı ki vücut dili ve yüz ifadesi ile çok aşırı tepki vermekteydi. Evet, çok acı çektiği görülüyordu pansuman sırasında. Enteresan olanı şuydu ki biri acı çekerken bir diğeri bundan müthiş bir haz duyuyordu. Abarttığımı sanmayın, an be an yapılan gözlem bize bunu gösteriyordu. Başımı kaldırıp bir an o hanım kardeşimize bakıyordum. Ellerini dua niyetine havaya kaldırıp şöyle diyordu: ''Allahım sen ne büyüksün, bu adamın acı çektiğini bana gösterdin, bana nasip ettin!'' Sanki şiirde olduğu gibi ''ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi'' der gibi. O an aklıma o şiir geliyordu.
Gerçekten de şaka değildi, espri değildi bu sözler. Gülünecek bir tarafı da yoktu. Hani hayatın olağan akışına biraz ters gelir gibi oluyordu bize göre... Ama bize göre sadece...Bana da habire rica etmeyi ihmal etmiyordu... ''Hocam ne olur bu adamın canını çok acıt da içim soğusun!'' Yani iki arada bir derede kaldığımı söylesem abartmamış olurum. En sonunda dayanamayıp pansumana ara  veriyordum ve o bayana dikiyordum bakışlarımı... ''Hanife hamın sen de benim eski hastamsın Rica ediyorum ailevi konuları burada benimle paylaşmayın. Bir de konsantrasyonumu bozuyorsun! Bak işimi yapamıyorum. Sonra bir aile faciasına da şahit olmak istemiyorum!''
Hanife hanım bakışlarını sertleştiriyordu... ''Sağır sultan bile duydu bu adamın bana attığı dayakları... Benim kafamı kırıp akıttığı kanı nasıl unuturum! Bir hayata çattım ki!'' O şiir aklıma geliyordu...
''İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su,
Bir hayata çattık ki hayata kurmuş pusu!''
Evet, bu bayanın hayatına pusu kurmuş esrarengiz bir başka hayat daha vardı demek ki... Yaşanan acı dolu bir hayat...Hani derler ya ''ateş düştüğü yeri yakar!'' Ya da ''damdan düşenin halini ancak damdan düşen anlar.'' Farklı bir ifade şekli de şöyledir: ''Ölüler sanırmış ki diriler her gün helva yiyor!''
Ve pansumanı bitirdiğimde hastamın yüzüne bakıyordum... Evet, eşinin o acı dolu inlemelerine hiç bir olumsuz tepki vermiyordu. Yani seviniyordu. İçimden de şöyle düşündüğümü itiraf edeyim: Eşi belki de ''ben sana evde bunun hesabını sorarım'' diye düşündüğünden rövanş duygusu kendisini sessiz kalmaya itiyordu. Az bir ihtimal ama... Belki de vicdan azabı çekip içinden şöyle de diyor olabilirdi: ''Haklısın hanımım, ben sana çok eziyet ettim, ama bak bu hastane köşesinde başımda senden başka kimse yok. Senden özür diliyorum!''
Seneler önce yine buna benzer bir olay yaşamıştım ve isimleri karartarak köşeme taşımıştım o mağdur kadını. Hiç unutmam, bel ağrısı, sırt ağrısı ile polikliniğe başvuran o bayan hastamız iki günden beri de kan işediğini ifade etmekteydi. Muayene ettiğimde böğürlerinde ve sırtında ezikler ve morluklar gözlemiştim. Ya o göz çevresi! Orada da morluklar görülüyordu... Saçlarının arasındaki pıhtılaşmış kan izlerini görmemek mümkün değildi. Her zaman evine uğrayıp çayını içtiğim Fahriye Abla'yı böyle görmek, benim gibi yufka yürekli birisini müteessir etmeye yetmişti de artmştı bile... Aklıma bir ihtimal geliyordu, ama soramıyordum. ''Fahriye Abla'' deyip susuyordum. Anlamıştı galiba neyi kastettiğimi... Bakışlarını kaçırıyordu... ''Bisikletten düştüm, sorma'' diyordu sesi titreyerek... Anlamış gibiydim Fahriye Abla'nın da ''hayatına pusu kuran bir hayata çattığını.'' Bir böbrek travması geçirmişti Fahriye Abla bisikletten düştüğünde(!)...
Fahriye Abla epey düzelmişti ve son vizitte taburcu ettiğimi belirtip koğuştan çıkıyordum ki onun sesi ile geri dönüyordum. ''Bak sana Bir şey söyleyeceğim''  diyordu.
''Buyur Fahriye Abla!''
Başını öne ğiyordu... ''Ben utandığımdan sana söyleyemedim. Bisikletten falan düşmedim!''
Şaşırmıştım... ''Nasıl yani?''
''O eli kırılacak benim adam beni dövüp böyle hastanelik etti. Meyit etti ve kapıya attı!''
''Yaa! Nasıl? Yani bir gece dışarıda mı yattın yoksa?''
Sinir sistemim altüst olmuştu. Çıkmaya yeltenmiştim ki ''bir dakika'' diyordu.
''Buyur abla!''
''Hani geçen sene de gelin de benim gibi gelmişti ya sana!''
''Eee?''
 ''Onu da oğlum dövmüştü aynı şekilde!''
''Yani'' diyordum, ''ön teker nereye giderse arka teker de oraya gidiyor!''