Baharın gönülleri okşayan o güneşli sabahında bağdaş kurmuş oturuyordu. Yer sofrasında kahvaltı yaparken bir yandan da sofraya konan sinekleri kovuyordu sağ elini bir yelpaze gibi kullanarak... Sofrada içine ekmek doğranmış sıcak süt, yumurta, kuru soğan, tereyağı ve zeytinden oluşan menü vardı. Bu haliyle değirmenci kahvaltısını yaparken çayı da höpürdeterek içmekteydi. Bu sırada çok konuşkan olan karısı ona yan yan bakarak söylenmeye başlıyordu... ''Adamım şu çayı höpürdetmeden içsen olmaz mı!''
Değirmenci başını kaldırıp karısına baktı ve tebessüm ederek ''hanım'' diyordu, ''yoksa lokmalarımı mı sayıyorsun?''
Karısı gülüyordu... ''Bu da nerden çıktı!' Bir an önce kahvaltımızı yapıp da değirmene gidelim. Çünkü ta komşu köylerden gelip sıraya girenler var bey, ancak yetiştireceğiz!''
Değirmenci kanaatkar bir insandı. Bir olay karşısında kızdığını, sinirlendiğini şimdiye kadar gören olmamıştı. Köyde onun için şöyle sıfatlar kullanılırdı... ''Yavaş adam.'' Ya da ''sinirleri alınmış adam.'' Değirmenci yörede ''okumuş'' birisi olarak tanınırdı. Karısı zaman zaman kendisine sitem de ederdi. ''Eğitmenliği kabul etseydin şimdi ayda şu kadar maaş alacaktın. Ayağına gelen kısmeti teptin. Şimdi ne işimiz vardı değirmencilikte! Ay tamam, para tamam!''
Değirmenci kafasını kaşıyarak sadece gülerek geçiştirirdi karısının bu sitemlerini...Bazen de sus işareti yaparak ''karı amma da konuştun'' der ve yürür giderdi.
Kahvaltısını yaptı ve köyün dışındaki değirmenine doğru yola koyuldu. Hep yavaş yürür ve etrafına bakmazdı. Onu böyle görenler arada takılırdı...''Birşey mi kaybettin de hep yere bakarak yürüyorsun?'' Yolu takip eden çayın çıkardığı sesleri dinleyerek yürüyüp karşı yamacın dibine kurduğu değirmenine yöneliyordu. Suların çoşkun olmadığı zamanlarda taşlara basa basa çaydan karşıya geçerdi. Zira köprü yoktu çayın üzerinde...İlkbaharda sular çoştuğundaysa ayakkabılarını çıkarır, pantolonunu dizlerine kadar kıvırır ve suyu öylesine geçerdi. Hep bir köprünün hayalini kurardı. Elinden marangozluk geldiği halde şu köprü yapma işine bir türlü başlayamamıştı. O gün de ayakkabılarını eline alıp suyu geçerken kendine sitem edercesine söylenmekteydi... ''Bu güzün değirmenin işleri bitince ilk işim bir köprü kurmak buraya!''
Değirmenci çevresi ile gönül köprüsü kurmuştu, ama şu suyun üzerine bir tahta köprü kuramamanın ezikliğini hissediyordu hep. Daha doğrusu onunla başkaları gönül köprüsü kurmuştu demek daha isabetli olur. Zira yorgun değirmenci az konuşan bir insan olduğundan duygularını pek de dışa vuarmazdı, bunu beceremezdi.
Ona yörede ''Çavuş Emi'' de derlerdi. Belki de askerde ''çavuş'' rütbesi taşıdığı için böyle anılırdı. Değirmene vardığında suyu açıp taşı hızlandırıyordu. Tavandan örümcekler sarkıyordu ve tozan undan dolayı değirmenin tavanı badanalı gibi görünüyordu. Duvarları da taştan idi, ama duvara da tozup konan un beyaz badana görüntüsü vermekteydi. O sırada Şerif yaklaşıp ''Murat efendi, ilk sıra benim. Zira dünden nöbet almıştım!'' Gerçek adı olan Murat yerine bu köylü ona ''Çavuş Emi'' diye hitap etmemişti nedense... Değirmenci gülümsüyordu...''Tamam komşu! Dışarda bekleyen arabacılar itiraz etmezse mesele yok!''
Şerif çuvalları sırtında birer birer taşıyıp yaklaştırdı ve üstteki koni benzeri depoya doldurmaya başladı.değirmen taşı buğdayları öğütmeye başlamıştı. Beraber yandaki oturma odasına geçiyorlardı.
Değirmen taşının gürültüsü onlar için bir müzik sesinden farksızdı adeta. Şerif tütün tabakasını çıkarıp bir sigara kendisine, bir sigara da yorgun değirmenciye sarıyordu. Tabakasını kapatırken telaşla yerinden kalkıp alttaki tekneye dolan unu çuvala boşaltmaya başlıyordu. ''Hay maşallah, ne de bereketli tahıl'' demekteydi. Bir yandan da değirmenciye sesleniyordu... Komşu tavşan kanı bir çay demle de içelim.Hanım akşamdan kete yapmış, onu da katık ederiz yanında!''
Deli rüzgar gibi geçiyordu zaman ve yorgun değirmenci bu dünyadan göçüp gidiyordu. Onun yapamadığı o köprüyü torunu yaparak dedesinin ruhunu rahatlatıyordu adeta... Seneler sonra olsa da...