Temmuz'un ruhları okşayan sıcağında arabamla yola koyulup son evi de geride bırakıyordum ve ormana doğru yokuşu tırmanıyordum. O son ev, ilkokul birinci sınıftayken kiraladığımız evdi ve orada okul hayatıma ilk adımımı atmıştım. Karmaşık duygular içindeydim elbette. Şu ilerideki tepeye varınca dönüp o güzel ilçeye bir daha bakacaktım; öyle planlamıştım. Bu ilçeye ben Karlıilçe derim, ama burası Sarıkamış'tı... Düşünüyorum da çocukluğumuzda Şubat tatillerinde bu dağlardan tipi eksik olmazdı ve bir grup çocuk tek sıra halinde ve birbirimizin izine basarak doğduğumuz o köye gitmeye çalışırdık. Ama yol üstünde rastladığımız sahipsiz mezarlarda kimlerin yattığını bilmezdik. Büyüklerimiz buralara ''Şehitlikler'' adını vermişti ve birer fatiha okuyup yolumuza devam ederdik.

Bahar ne kadar da güzeldir buralarda. Doğa canlanmış ve açık olan camdan arı, sinek ve kelebekler zaman zaman içeri girip bana misafir oluyor. Evet, tepeye çıkmıştım... İnip yeşillikler okyanusuna bakıyordum. Şu karşıdaki vadi de tamamen sarı çiçek ile kaplanmış. Sola bir yol ayrılıyor ve tepe boyunca devam ediyor. Aşağı doğru yolu takip edersem ormana gireceğim ve deredeki o köyü geçip doğduğum köye ulaşacağım. Sola ayrılan yoldan ileriye bakınca birden duygusallık basıyor beni... Evet, çocukken o yolu da takip ederdik. Oraya ''Sarıyurt''  denirdi ve tepede büyük bir şehitlik göze çaaarpardı. Burası Allahuekber Dağları'nın devamı... Birden karar değiştiriyorum ve otomobile pek de uygun olmayan soldaki o yola sapıyorum. Fakat bir süre gittikten sonra inip yaya olarak devam etmek zorunda kalıyorum. Biraz yürüdükten sonra şehitliğe varıyorum.

Şair diyor ya: ''Dediler ki ıssız kalan türbende / Vahşi güller açmış görmeye geldim...'' Aynen öyle bir duygu...Burada yatan isimsiz kahramanların 1914'deki Sarıkamış Harekatı'nda donarak şehit olan o şanlı askerlerimiz olduğunu seneler sonra öğrenecektik. 22 Aralık 1914'de baaaşlayan ve 15  Ocak'ta sona eren o savaşı gözümün önüne getiriyorum. Kışın buralardan geçerken adeta nefesimizin donduğunu hatırlıyorum o an...

Yılar önce bende bir merak uyanmıştı ve Sarıkamış Harekatı ile ilgili olarak yayınlanan kitaplardan bulabildiklerimi okumuştum. Bu benim için bir bilinmeyen tarihti ve okudukça refleks olarak  ''vay be'' demeden edemiyordum. ''Dur yolcu bilmeden gelip bastığın bu toprak gizlenen bir tarihin yattığı yerdir'' diye değiştiriyordum o muhteşem şiiri...Kitaplardan birisinin adı ''Beyaz Ölüm''dü ve bu isim çok hoşuma gitmişti. Nasıl gitmesin ki...Buralar benim doğduğum topraklardı ve çocukluğumuz o meçhul şehitliklerin etrafında saklambaç oynamakla geçmişti. Buaralarda meçhul askerler yatıyordu. Beyaz ölüm terimini o kışları yaşayan bilir elbette. Yine bir kitapta okumuştum ve şöyle diyordu: ''Biz bu savaşta Rus Generali Yudeniç'e değil de General Kış'a yenildik.'' Evet, meseleyi canevinden vuran bir ifadeydi bu...

Asker Bardız'dan hareket ettiğinde tipi önden esiyordu ve hava da öyle soğuktu ki adeta askerin nefesi donuyordu. Çoğunun üzerinde yazlık kıyafetler vardı. Paltosu olanlar kendini şanslı sayıyordu. Zira askere kışlık kıyafet getiren Alman gemisi Karadeniz'de Ruslar tarafından batırılmıştı. Kızılçubuk Köyü'ne yaklaştıklarında mola verildi ve askerler birbirine sokularak ısınmaya çalışıyordu. Çantalarından peksimetlerini çıkararak açlıklarını gidermeye çalışıyorlardı.

Bilindiği üzere tarih bir milletin hafızasıdır ve şu söz çok hoşuma gider: ''Tarih için tekerrürden ibarettir diyorlar. İbret alınsaydı tarih hiç tekerrür eder miydi!'' Şöyle bir soru akla gelebilir: Sarıkamış Harekatı'na neden gerek duyuldu? Anlatalım... Tarihimizde bir savaş daha olmuştu. 1293'de cerayan eden bir Osmanlı- Rus Savaşıdır bu. Buna halk arasında 93 Harbi denir ve o savaşın sonunda Sarıkamış'ı ve Kars'ı kaybetmişizdir.. Yani 1877-1878 Savaşı'dır ve o mübarek topraklar 40 yıldır Rus işgalindedir. Savaşı Gazi Ahmet Muhtar Paşa yönetmektedir. Ordu katibi ise Mehmet Arif Bey'dir ve savaşın günlüğünü tutmaktadır. Sonra bunu kitap halinde yayınlar: ''93 Moskof Harbi ve Başımıza Gelenler.''

Allahuekber Dağları'nın yer yer 2-3 bin rakımlı geçitlerinde ısı sıfırın altında 30 dereceye kadar düşüyordu. Türk askerlerinin büyük bölümü ise çölden gelmişti ve üzerlerinde yazlık üniformaları vardı. ''Sarıkamış'' adlı kitabında o komutan şöyle anlatıyor: ''Yol kenarında karların içinde çömelmiş bir asker, bir yığın karı kollarıyla kucaklamış, titreyerek, feryat ederek dişleriyle kemiriyordu. Kaldırıp yola sevketmek istedim, beni hiç görmedi. Zavallı çıldırmıştı. Bu suretle şu lanetli buzullar içinde biz belki on binden fazla insanı bir günde karların altına bıraktık ve geçtik.''

Rus Kafkas Ordusu Kurmay Başkanı Vekili Pietroviç anılarında şöyle diyor: ''İlk sırada diz çökmüş 9 kahraman. Mavzerleriyle nişan almışlar, tetiğe asılmak üzereler, ama asılamamışlar. İkinci sırada cephane taşıyanlar var. Sandıkları bir avuçlamışlar ki, kainattan hırslarını almak istiyor gibiydiler. Öylesine kaskatı kesilmişler. Ve sağ başta Binbaşı Nihat... Dimdik ayakta, başı açık, saçları beyaza boyanmış, gözleri karşıda... Allahuekber Dağları'ndaki son Türk müfrezesini teslim alamadım. Bizden çok evvel Allahlarına teslim olmuşlardı...''

Ve bu duygularla arabama dönüp ormana giriyorum ve kelebeklerin uçuştuğu Kızılçubuk Köyü'ne doğru iniyorum.

Sarıkamış 29 Eylül 1920'de Kazım Karabekir Paşa tarafından vatan topraaklarına katıldı. Komutanlarından birisi de Halit Paşa idi. Ben de o kahramanın adının verildiği o okulda okumuştum: ''Sarıkamış Halit Paşa İlkokulu...''