Öğretmenevi'ne doğru tırmanırken içimden bir ses şöyle diyordu: ''Gel dön, nasıl olsa güneşin batmasına daha birkaç saat var, vadideki o köye ve o değirmene doğru bir yolculuk yap!''  Ve duygularım beni ayartıyor, tepedeki o garnizonun önündeki meydandan geri dönüyorum. Bir zamanlar hafta sonları yürüyerek gittiğim o yolda arabamın tekerlekleri toz kaldırarak dönmeye başlıyor. Bugün kendimi zamanın akışına bırakmışım. Birgünün beyliği de beyliktir diyorum. İnsanlardan ve medeniyetten uzak diyarlara direksiyon kırıp o eski köy değirmenini görmek istiyorum. Su sesini, ruhu dinlendiren o müzikal sesi dinlemek istiyorum. Kulaklarımı su sesine kiraya vereceğim. Bir kitabında okumuştum, büyük bilim adamı rahmetli Oktay Sinanoğlu böyle yaparmış. Cümleler birebir aklımda değil elbette...''Beynim bilgilerle dolunca kendime bir tatil planlardım. Hesap kitap yapmadan tekneme atlarım ve engin denizlere açılırım. İnsanlardan ve medeniyetten uzaklaşırım.'' Ben de öyle yapmak istiyordum o gün. Yıllardır görmediğim bu topraklara öylesine hasret çekiyordum ki arabanın direksiyonunda gaza basmak istemiyordum. O şiir aklıma geliyordu: ''Şarkılar bitti, kaçabilsem bu şehirden/ Dağ, yol, köy, uzak bulutlar/ Size sığınabilsem, size saf ağaçlar/ Nedir bu çektiğim insanlar elinden?''

            Solumda dik bir vadi uzanıyor, ormanlık alan... Bu çam ağaçlarına da ayrı bir sevgim ve sempatim vardır. Sağımda ise çok da derin olmayan bir vadi uzanmakta ve bir çay akmakta. Bu çayın hemen paralelinde de o ilden gelen tren yolu uzanmakta. Evet, sessizliği bozan o tiz sesi duyuyorum, tren geliyor. Adettir, yolculara el sallanır; ben de el sallıyorum ve kompartmanlardan uzanan birçok el karşılık veriyor.

            Güneşin batmasına epey vardı, gölgeler de uzamaya başlamıştı, ama arabanın gölgesi henüz o kuytu derede yıkanmıyordu. Bu yol bir nevi yedeğe alınmış, kullanılmıyor. İl ile karlıilçe arasına ovadan yeni bir yol yapılmış. Ormandan kuş sesleri geliyor ve zaman zaman da ağaçlarda köşe kapmaca oynayan sincapları görüyorum. Yavaş gittiğimden aynadan görüyorum; bir at arabası gelmekte arkadan ve seviniyorum. Niyetim ona selam verip bir gönül köprüsü kurmak ve biraz da sohbet etmek. Hani o sözü arabaya uyarlayarak söylemek istiyorum...  Diyorum ki ''otomobille ıssız köy yollarından hiç geçmemiş birine anlatabileceğim bir şey yok. Nasıl olsa anlamayacak bununla ilgili olarak anlatacaklarımı. Geçene de hatırlatmayı hiç istemem.'' Öyle ya, bu bir hissetme meselesi...Neyse, ben sağ şeritten giderken at arabası tam benim hizama gelince ''uğurlar ola kardaş'' diyorum. ''Kardeş'' değil de bilerek o yöresel ifadeyi kullanıyorum. Biliyorum ki böyle hitap edince aramızda daha bir sıcak köprü kurulacak ve beni bu yörenin, bu iklimin insanı olarak algılayacak. Kısaca bana ''toprağının insanı'' gözü ile bakacak. Zira Anadolu budur, öyle bilgiçlik taslar da kendisine tepeden bakar gibi bir vücut dili sergilerseniz sizi tepeden tırnağa bir süzer ve ''hala hatırın kalmasın'' babından bir selam verir ve yürür gider. Kılık kıyafetinden de senin ''mürekkep yalamış'' biri olduğunu mutlaka anlar, ama içinden de şöyle der: ''Okumuş, ama adam olamamış.'' Doğrudur, adamlığın okulu halkın irfanında saklıdır.

            Bu ıssız yolda kendimi su üstünde kayan bir yağ damlacığına benzetmiyor da değilim. Bırakacağım su beni nereye sürüklerse sürüklesin, kararlıyım yani...Veya bir sonbahar yaprağıyım şimdi, rüzgara emanet...

            Çift atlı ve dört tekerlekli bu araba duruyor ve üzerinden otuzlu yaşlarda bir genç çevik bir hareketle atlıyor. Ben de çıkıyorum. ''Abi uğurlar ola, hara yolculuk'' diye soruyor yöresel şivesiyle.

''Hara'' kelimesini duyunca içim bir hoş oluyor, zira onlarca yıldır bu kelime hafızamın bir köşesinde saklı durmuş, ama unutulmamış. Espri olsun diye ''men mi'' diye soruyorum. ''Hara''nın Azerbaycan Türkçe'sinden geldiğini ve ''nereye'' anlamına geldiğini elbette biliyorum. Başımı sallıyorum... ''Hiiç, işte şuraları bir gezweyim, hasret gidereyim dedim. Buraları görmeyeli belki yirmibeş sene olmuştur'' diyorum. Uzaklara bakıyorum, gözlerimdeki nemi saklamaya çalışıyorum, çünkü bize öyle öğretilmiş: ''Erkekler ağlamaz, sil göz yaşlarını...''