Polikliniğin o bunaltıcı ve yorucu anında dışarısı hasta dolu...'Bugün de ne sabırsız insanlar var koridorda' diye düşünürken bir yandan sabit telefon çalıyor; bir yandan da masada duran cep telefonum ... Cep telefonuma cevap vermem mümkün değil... O anda içimden diyorum ki 'şu anda dağ başında bir soğuk gözenin başında olsam...Şöyle sırt üstü uzansam, üzerime kelebekler konsa. Dünyayla irtibatımı kessem...Ne televizyon isterim, ne de cep telefonu!”

          Telefonum ısrarla çalıyor ve cevap vermeyince kapanıyor elbette...Aynı numaradan defalarca aranıyorum ve en sonunda dayanamayıp açmak zorunda kalıyorum..'Hani olur ya acil durumu olan bir hasta arıyordur belki' diye düşünmeden de edemiyorum. Telefonun diğer ucundaki uzun bir sitem faslından sonra kendisini tanıtma gereği bile duymadan davetini yapıyor:

          'Saat kaçta çıkıyorsun hastaneden, seni davet ediyorum!'

          'Kiminle görüşüyorum acaba, kendinizi tanıtır mısınız?'

          Bir an sessizlik oluyor ve muhatabım yarı sinirli, yarı sitemkar bir ses tonu ile devam ediyor:

          'Sesimden de mi tanıyamadım? Daha 2 ay önce beni prostattan ameliyat etmiştin.  Ben Elmalık Köyünden Hamdi!'

          Gel de işin içinden çık. O an düşünüyorum da diyorum ki 'çizmelerinin rengine baksaydım çıkarırdım.Galiba bu hastam o sarı çizmeli olanı olsa gerek!'

          Hastam beni uzun bir hafıza testinden geçiriyor..Bazı ipuçları veriyor ve soyadını da söylüyor ve hatırlıyorum ve mahcubiyetim de sona eriyor..Şükürler olsun, oh rahatladım!

          Hastamın sesi daha sevecen çıkmaya başlıyor:

          'Hani ameliyat masasında sana bir söz vermiştim ya hocam, üzerimde kalmasın. Kirazların tam zamanı. Akşam iş çıkışında buyur bahçeme..'

          Gerekli tarif ve adres faslından sonra davete icabet edeceğimi söylüyorum ve sabırsızlanan hastalarla da fazla göz temasına girmeden işime devam ediyorum. Neden göz temasına girmiyorum; söyleyeyim..Telefondaki hastamla konuşurken arada başımı kaldırıyorum ve vücut dillerinden anlıyorum ki kızmaktalar...Belki de haklılar ama telefonun diğer ucundaki hastamın keyfi keyf...O bahçede kiraz yerken ben burada laf yiyorum. Tok açın halinden ne anlar!

          Uzatmayalım, akşam  hastaneden çıkarken rotamı evim yerine hastamın köyüne doğru çeviriyorum ve yeşillikler arasından geçip hastamın evinin önünde duruyorum. Temiz havayı ciğerlerime çekiyorum. Oh şimdi kuşlar kadar özgürüm diye düşünüyorum. Korkumdan arabadan inemiyorum.. Neden mi? Söyleyeyim: Bende bir köpek korkusu vardır ki şöyle böyle değil yani!

        Neyse, hastam bahçeden çıkıp geliyor ve kiraz ağaçlarına doğru yürüyoruz. Nazar değmesin, ne de güzel ve büyük bir bahçe... Hastam bir yanda kiraz toplarken bana da dalından yemek düşüyor.

          'Bak' diyor, 'bahçeyi öğrendin. Ben olayım, olmayayım, buyur gel kiraz topla git.Bahçe senin!'

          Ben de samimiyeti ilerletip bir espri yapayım diyorum:

         'Hamdi bey, bakarsın gece gelip şu kiraz ağacını kökünden söküp evimin önüne dikerim!'

          Hastamın yüz ifadesi birden ciddileşti. Bana doğru döndü, eliyle alnındaki teri sildi..Sakalını sıvazladı ve yarı sert bir ses tonu ile 'bahçe senin dediysek de  herşeyin bir sınırı var. Bu ağacın kaç yılda bu hale geldiğini biliyor musun? Hoppalaa!'    

          Şakaya şakayla karşılık verdiğini sanmıştım..Baktım adam şaka falan yapmıyor; ciddi ciddi konuşuyor. Bir de kafasını yana sallıyor. Ben o anda tepeden tırnağa kadar terliyorum. İçimden diyorum ki 'nerden de espri yaptık. Ayıkla pirincin taşını şimdi!'

          Düşünememiştim ki şaka layık olana ve ehline yapılır. Belki de Dereköy'deki hastamı hatırlamıştım. Kiraz mevsiminde telefon ederdi. “Senin ağacının kirazları olgunlaştı..Ne zaman toplamaya geleceksin?'

          'Canım dediysek de o kadar uzun buylu değil' diyen hastam ertesi yıl kiraz mevsiminde beni tekrar arıyor...Bir mazeret ileri sürerek gitmiyorum elbette...  

           Aynı delikten iki sefer mi sokulayım yani!