Onu uzun zamandır görmemiştim. İçeri girdiğinde yine ayaktaydı ve iki elini önünde birleştirmişti, ama bu sefer yalnız değildi. Yanında orta yaşlarda birisi vardı. Otur demeden asla oturmadığını biliyordum; bu onda bir aile terbiyesinin gereği idi. Ne yalan söyleyeyim, o anda kendimi askeri kışla komutanı, onu da erat gibi görmüştüm. Daha doğrusu hiç istemediğim ve düşünmek dahi istemediğim bir davranış tarzı ve hükmetme egosu... Yaratılışım buna hiç de uygun değildir çünkü. Ben kim oluyorum da ruhumu Firavun'a satıyorum diye düşünürüm hep. ''Yeryüzünde salınarak yürüme ey insan'' der içimden bir ses ve beni uyarır. Nitekim sağ elimle işaret ediyordum: ''Halis bey lütfen oturun, karşımda ayakta durmanızdan son derece rahatsız oluyorum. Ben kim oluyorum ki, neticede fani bir insanız...'' Oturuyordu... ''Galiba oğlunuz'' diye soruyordum, ama ses tonumda geçmişinin o sisli hayatını ima eden bir özellik vardı. O da anlamıştı neden böyle bir imada bulunduğumu... Zira o yirmi senelik bir gönül dostumdu ve madalyonun diğer yüzünden haberim vardı.

Bu yazıya ''Yazılmamış Hayatlar'' adını da koyabilirdim. Yirmi beş senedir hep böyle ''çalınmış hayatlar''ın hikayesini yazmaktayım ve yazmaya da devam edeceğim. Ya kimi yazsaydım? Ben bu toprağın çocuğu değil miyim? Hans'ı, John'u mu yazayım? Vahşi Batı Medeniyetsizliğine övgüler dizecek kadar köklerimden kopmadım şükür ki...  esim hep gür çıkacak, çünkü arkamda halkım var.

Neyse... Hal hatır faslından sonra şikayetini soruyorum. ''Allah senden razı olsun'' diyor, ''seneler önce bana ameliyatlar yapmıştın peşpeşe. Sağlığıma kavuştum, yalnız on gündür kan işiyorum, çok korkuyorum.'' Ayağa kalkıyorum... ''Neden gelmedin peki'' dediğimde yere bakıyor ve mahcubiyetini gizleyemiyor. ''Yoksa kovidden mi korkuyorsun, onun için mi gelmedin?'' Başını evet anlamında sallıyor. ''Valla ne yalan söyleyeyim, gelmeye korktum şu melun salgından.'' Gülüyorum... ''Peki ben ne yapayım'' diye espri yapıyorum. ''Ne diyeyim, Allah sizi korusun'' dediğinde gözlerinden yaşların geldiğini fark etmemek mümkün değildi. Zaten yufka yürekli bir insan olduğunu biliyordum. Zira aramızda bir gönül köprüsü oluşmuştu bunca yıl içerisinde. Beni kendine öyle yakın hissetmiş ki zaman zaman özel durumlarını bile anlattığı olmuştur evine yemeğe gittiğimde. Muayene ediyorum, mesane tümörü ön tanısı koyup tomografiye gönderiyorum. Gerçekten de mesane tümörü çıkıyor. ''Halis bey sistoskopi gerekir, eğer tomografinin dediği gibitümör varsa o anda ameliyatını da  yaparım'' diyorum. Ayağa kalkıp masama ellerini koyuyor: ''Sen öyle dediysen o öyledir, sana teslim oluyorum.''

Ve ameliyatını yapıyorum. Patoloji raporu da çıkıyor:''Mesane tümörü.'' BCG tedavisi programına alıyorum. Çıkarken yanıma yaklaşıyor... ''Bir istirhamım olacak, ama hayır demeyeceksin'' dediğinde tebessüm ediyorum. ''Mümkünatı olan bir şeye ne diye hayır diyeyim'' dediğimde yüzü gülüyor. ''O zaman tamam, yarın öğlede beraber cağ kebabı yiyeceğiz.'' ''Bir dostun davetine icabet etmekten mutlu olurum'' dediğimde gözlerinin içi gülüyor.

Restorana yöneldiğimde Halis beyi kapıda bekliyor görüyorum. Yemek yerken onu endişeli görüyorum. ''Halis bey bugün keyifsiz görüyorum, bir derdin mi var'' diye sorduğumda adeta lokma boğazında düğümleniyor. İçimden de ''keşke sormasaydım, adamın derdini deştim'' diyorum ve açıkcası sorduğuma pişman olmuyor da değilim. Arkasına yaslanıyor... ''Allah kimseye hayırsız evlat vermesin, öyle bir şey ki atsan atamazsın, satsan satamazsın!'' O anda sesi titriyor.

            ''Ne oldu, hayrola?''

            ''Bir dairem gitti, el emeğim göz nurum!''

            Şaşırmıştım... ''Baktım işsiz güçsüz... Seneler önce askerden gelince Yeşişşehir'de tavuk üzerine bir dükkan açmıştım. Tanınmış bir markanın da bayiliğini almıştık. Ama gel gör ki bizimkinin dükkana uğradığı yok ki... Hani el elin eşeğini türkü çığırarak ararmış ya...''

            ''Ee sonra?''

            ''Sonrası şu, baktım bankadan mektup geldi, açınca beynimden vurulmuşa döndüm.''

            ''Nasıl yani!''

            ''İşyerini açarken evi ipotek ederek kredi kullanmıştık. Borç ödenmeyince banka da daireye el koydu.''  Boynundaki teri siliyor. Bir süre gözleri boşluğa dalıp gidiyor. ''Halis bey, cağ soğudu'' dediğimde yüzünde zoraki tebessüm görüyorum.

            ''Bununla kalsa iyi. Bir de tefeciye borçlanmış meğer. Geçen gün kapıya tipi bozuk iki adam gelmez mi! Ellerinde senet. Adamlar ikide bir elini beline götürüyor!''

            ''Nasıl yani, silah mı gösteriyor?''

             Derin bir nefes alıyor... ''Aynen, silah!''

             Bir espri yaparak rahatlatayım diyorum. ''Desene Halis bey sen Nasreddin Hoca'nın cübbesine dönmüşsün!'' dediğimde anlamıyor.

            ''Nasıl yani?''

            ''Nasılı şu, delinen cüppe. Timur, Hoca'nın cübbesine ateş ettiriyor. Anlatayım...

            Timur askerleriyle bir gün talime çıkar. Aralarında bizim Hoca da var. Tutar Timur, Hoca'yı diker nişan yerine. Sonra dönüp en nişancı erine der ki ''şimdi okunu Hoca'ya atacaksın. Sağ kolundan delecek attığın ok cübbeyi. Aman sakın Hoca'yı vurmayasın.''

            Kim caydırabilir sözünden beyi? Zavallı Hoca başlar titremeye. Eh! Can bu! Benzwer mi hiç başka şeye! Çaresi yok, açar kolunu durur. Nişancı oku çeker, istenen yerden vurur. Hoca sevinirken kurtulduk diye, yeni bir arzu daha gelir beye. ''Şimdi de sol kolu deleceksin!'' der.  Hoca bir daha titrer. Neyse o bela da savuşturulur. İkinci kol da ustaca vurulur.

            ''Şimdi'' der Timur, ''kavuk delinecek!'' Limon sarısı olur Hoca'da renk. Öyle ya! Baş, kola falan benzemez. Yine ağzını açıp bir şey demez. Bekler zavallı yumup gözlerini. Üçüncü ok da bulunca yerini Timur güler, der ki ''Hoca aferin!'' Sonra dönüp kendi askwerlerine ''şimdi'' der, ''delinenlerin yerine, Hoca'ya bir kavukla cüppe verin.''

            Hoca boynunu büker... ''Sağol'' der, ''eksik olma! Buna da teşekkür ederim amma emir buyurun da bir de don versinler.''