Sıradan günlerden biriydi ve Karlışehir'de kış bütün şiddetiyle hüküm sürüyordu.  Maviay Öğrenci Kışlası'na giren her öğrencinin burnu ve kulakları soğuktan pembemsi görünmekteydi ve nefesleri de sigara dumanı gibi minik bulutlar oluşturmaktaydı adeta. İçeri girerken başındaki kar kütlesini dışarıda temizler ve ayaklarını da sertçe vurarak kardan temizlemek zorunda olduklarını bir emir telakki ederlerdi. Zira bu yurttaki koyu disiplin belki bir askeri kışlada bile bulunmazdı desem abartmamış olurum. Kudretli Başkan'ın o sert bakışları her şeyi anlatmaya yeterdi.

Öğrenciler dolaplarının önünde hızlı hareket ediyorlardı; zira biraz sonra etüd zili çalacaktı ve Kudretli Başkan'ın şeffaf makam odasının önünden geçilecekti. Çünkü o ruhsuz gestapo odasının kapısı camdandı ve iki göz hep sizi kollardı. Ve etüd zili çaldığında benden üç sıra öndeki Ali elindeki o edebi dergiyi okumaya başlıyordu. Bu yurtta ders kitabı dışındaki kitapları okumak büyük cesaret isterdi ve cezası da kışın ortasında ''yurttan atılmak''tı... O da ne cesaret! Ya ben! Evet, ben de o gün çizmeyi aşmıştım ve o kitabı okumaya başlamıştım. Osmanlı-Rus savaşını anlatan bir kitaptı o... ''93 Moskof Harbi ve Başımıza Gelenler''di o kitabın adı. Tarihe ve edebiyata merak sarmıştım. Belki de bu bir bulaşıcı hastalıktı(!) kim bilir!

Ve sessizliği bozan o kapı gıcırtısı ile başımızı kaldırdığımızda Kudretli Başkan içeri giriyordu. Uzun bir etüd odasıydı burası. Ben de tam camın kenarındaydım. Elim ayağım birbirine dolanmıştı adeta...Başkan zararlı yayın araması yapıyordu. Acaba bir ihbar mı vardı! Ön sıralardan birisini ayağa kaldırıyordu. Suç aleti(!) o kitap Başkan'ın elindeydi, sallıyordu. ''Ulen demek Ömer Seyfettin Hikayeleri'ni okuyorsun, çık bakalım şöyle!'' diyordu. Ben ne yapacaktım şimdi? Korkunun ecele faydası yoktu... Aklıma o fikir gelmişti. Başkan'ın arkası bize dönüktü. Hemen cesaretimi toplayıp pencereyi yavaşça açtım ve kitabı pencereden kar yığını içine attım. Kalbim küt küt atmaktaydı o an... Ve Başkan üç sıra önümdeki Ali'ye geldiğinde sıranın gözündeki dergiyi görüyordu ve küplere biiniyordu. Sıra bize geldiğinde masanın gözünü arıyordu ve Bir şey bulamıyordu. Sadece iki kişi suçüstü yakalanmıştı. Nöbetçi öğrenciye bağırıyordu: ''Ulen git yukarıdan benim copumu getir!''  Ve biraz sonra cop getiriliyordu. ''Ulen bu kış ortamında sizi atmayacağım, bir daha görürsem kapı dışarı ederim'' diyordu ve cop da onların üzerinde inip kalkıyordu. Ben halime şükrediyordum. Bu sevimsiz manzarayı niye mi anlatıyorum? Kitaptan uzak bir nesil nasıl yetişti diye üzülmenin anlamı var mı? Ben ertesi gün o kitabı karın altından çıkarıp sahibine verecektim ve yaz tatilinde okuyabilecektim ancak.

Kitap okumaya susamıştım adeta. Yaz tatilinde Bin Temel Eser serisinin birçoğunu okumuştum köydeki o ormanda, ağaçların altında...Okumayan bir nesil... Vah ki vah... Hep şunu özlemişimdir ve hayal etmişimdir: Bir topluluk önünde, elimde herhangi bir yazılı metin olmadan on dakika konuşabilecek miyim acaba! Ne mümkün! Hemen yüzümüz kızarır ve sesimiz çatallaşır. Zira kelime hazinemiz kıttır, meramımızı anlatabileceğimiz kelime yok ki hafızamızda... ''Vermemiş Mabud, neylesin Mahmut'' misali... Hep hayret etmişimdir, neden okullarda serbest konuşma dersi olmaz... Öğretmen diyebilmeli ki ''haydi evladım kalk kürsüde istediğin konuda beş dakika konuş!'' Öğrencilere de tembih etmeli: ''Sakın gülmek yok!'' Zira muhatabımızla alay etmek, onun kusurlarını sıralayıp kızdırmak bizde milli bir haslettir. Bakın ''haslet'' dedim, belki yeni nesil ''haslet''in ne anlama geldiğini de bilmiyordur. Geçenlerde ameliyat sırasında ani bir çözüm üretebilmiştim ve o anda personel soruyordu: ''Nereden düşündünüz bu çözümü?'' Cevaplıyordum: ''Eee buna da feraset derler, bu meleke yıllar içinde kendiliğinden gelişiyor.'' Anlamadığı belliydi. ''Galiba anlamadın'' diye sorduğumda samimi itirafta bulunuyordu: ''Vallahi ne yalan söyleyeyim, ferasetin ne aanlama geldiğini bilmiyorum.'' Ayıp değil ki bilmemek... ''Feraset zihin uyanıklığı, çabuk kavrama yeteneği; altıncı his de diyebiliriz'' diyordum.

Birkaç yıl önceydi. Yalova Gazetesi'nin bilmem kaçıncı yıldönümü kutlanıyordu bir restoranda. Beni de davet etme inceliğinde bulunmuşlardı. Herkes kalkıp sırayla konuşuyor. Sıra bana geldi, hazırlıksızım, ama düşünüyordum ne konuşacağımı... Ve mikrofonu aldım ve peş peşe anılar, anılar... İçimden de şöyle diyorum: ''Ne güzel konuşuyormuşum meğer.''  Eşim fısıldıyordu: ''Başkaları da var sırada, sonlandır, ayıp olmasın!''

Birgün hastanede öğle paydosunda kitap okumaktayım. Eşim demişti ki ''madem gazetede yazıyorsun, tasvir yeteneğinin artması için Reşat Nuri Güntekin'i ve Charles Dickens'i okuman gerek.''  Reşat Nuri'nin bütün eserlerini aldım ve okumaya başladım. ''Demek hala Reşat Nuri'yi okuyanlar da varmış'' diyordu meslektaşım. Ne diyebilirdim ki... Sonra Dickens'in birçok romanını okudum ve hakikaten ikisinin de tasvirlerine hayran kaldım. Sonra Tolstoy ve Dostoyevski'nin eserlerini okudum ve çok şey öğrendim. Mesela Reşat Nuri'nin şu cümlesi çok hoşuma gitmiştir: ''Ruhum bedenimden önde gidiyordu...'' Dickens de yeşilliklerin genişliğini anlatırken şöyle der: ''Önümde adeta bir yeşillikler okyanusu uzanıyordu...'' Ben de onu ''önümde adeta bir kar okyanusu uzanıyordu...'' diye ifade ederim hep.

Üniversite öğrencisiyken seri konuşmaya merak sarmıştım. Birgün kitapçıda dolaşırken o kitabı görmüştüm: ''Türkçe'nin Sırları... Nihad Sami Banarlı.'' Ve hemen almıştım ve birkaç gün içinde bitirmiştim. Bir süre sonra bir daha okumuştum. Benim için adeta bir başvuru kitabı olmuştu. Banarlı, Türk Edebiyatı Tarihçisi olarak önemli tesbitlerde bulunuyordu ve o sözleri ilk defa o büyük edebiyatçıdan duyuyordum: ''Bir dilin kelimelerini hor görmek, hele şu veya bu politik veya ideolojik sebeple dilden atılabilir görmek, en az onların oluş ve yontuluş tarihini bilmemekten, hatta sevmemekten doğan büyük bir gaftettir. Çünkü milletlerin olduğu gibi, kelimelerin de tarihi vardır. Bir milletin ataları, asırlarca o kelimelerle doymuş, onlarla düşünmüş, birbirlerini ve evlatlarını o kelimelerle tamamıyla milli bir sanatla işleyip Türk yapmışsa evlatlar artık o kelimelere düşman kesilemezler.''

Banarlı şimdi Aşiyan Mezarlığında ebedi uykusunda... Ruhu şad olsun.