Şu algı operasyonlarını izlediğimde bundan geçmişe ve geleceğe dair çok dersler çıkardığımı söyleyebilirim. Üniversite öğrencisiydim ve bir sabah kalktığımda pencereden bakıyordum ve o tankları görüyordum. O bekar evimde neden şafak sökerken kalkmıştım? Söyleyeyim...O gün çok önemli bir sınavımız vardı ve bu yüzden erkek kalkmıştım. Kahve içerek gözkapaklarımla mücadele ederek ders çalışacaktım. Bir de ne göreyim! O kavşakta tanklar vardı! Radyomu açtım, o küçük radyomu...Aaa o da ne? Hasan Mutlucan o davudi sesiyle marşlar söylüyordu. Şaşırmıştım... Bayram değildi, seyran değildi, peki eniştem beni niye öpüyordu? O da ne! Radyodan o bildiri okunuyordu: ''Sıkıyönetimin 1 Numaralı Bildirisi...'' Silahlı Kuvvetler'in yönetime el koyduğunu ve sokağa çıkma yasağı ilan edildiği bildiriyordu. Biraz sonra ''kıymeti kendinden menkul'' bir Kudretli Paşa(!) hitap etmeye başlıyordu. Sonradan kendisine ''Netekim Paşa'' diye hitap edilecek olan Kenan Paşa kendine olan özgüveni ile hitap etmeye başlıyordu... ''Türk Silahlı Kuvvetleri milletinden aldığı destekle yönetime el koymuştur!''
            Kendi kendime soruyordum: ''Yahu bunlar bana mı sordular da benim haberim yok! Hangi milletten almış bu desteği? Senin bu milleti adam yerine koymadığını cümle alem biliyor!'' Sonraları ben onlara ''Pentagonun Paşaları'' diyecektim. Ben de onları saf saf bu ülkenin paşaları sanmıştım yıllarca... Vah benim saflığım vah! Meğer senelerce askeri cumhuriyeti bunlar bize bir şekilde yutturmuşlar. Emekli olduklarında aldıkları o dudak uçuklatıcı miktardaki paracıkları üzerinden vatanseverlik yapmış paşacıklarımız.
            Ve ders çalışmayı bırakıp radyoyu dinlemeye başlıyorum. Hava iyice aaydınlanınca manzara iyice ortaya çıkıyor. ''İyi saatte olsunlar'' güruhu milleti arkalarına alarak(!) darbe yapmışlardı. Ama o tankların arkasına baktığımda bir tek Allahın kulunu göremiyordum. Millet neredeydi? Yalan söylüyorsam iki gözüm önüme aksın, işte de size yemin!
            Birkaç gün geçiyor aradan ve bilim yuvası sandığımız o üniversitelerin senatoları ve rektörleri darbeye öyle bir alkış tutuyordu ki! İnsanlık adına utanmıştım ve bu çelişkiyi, bu alçalmayı bir türlü izah edemiyordum. Seneler geçiyor ve madalyonun öbür yüzünü iyice anlamaya başlıyorum. İhtisas yaptığım hastanede birgün öyle bir manzara görüyorum ki adeta beynime dank ediyor. O da ne! İsmini vermeyeceğim o en yüksek yargı organının başkanını ve yanında da o ilahiyat profesörü. Hani televizyondaki rutin sohbetlerinden tanıdığımız ve ağzından bal damlayan Profesör Çıkrıkçı. Aralarında konuşuyorlar, ben de kulak misafiri oluyorum... ''Hocam bu akşam o otelde kulübün yemeği var, haber vereyim!'' Halbuki ben o saf halimle şöyle değerlendirmiştim senelerce: ''Bunlar bir sofrada asla buluşmazlar!'' Belki de ben ''öğretilmiş acizlik'' eğitimi almış bir ''öğrenmiş aciz'' kişiydim.
            Karanlık dönemlerin ardından gelen ''vatanı kurtarma'' şeklindeki ikiyüzlülükleri görünce insan düşüncelerini yeniden sorgulama gereği duyuyor haliyle. Bir de bakıyorsunuz ki kirli ilişkileri yönetenler kendilerini ister istemez deşifre ediyorlar. Ne dmişler: ''Söyleyene değil, söyletene bak.'' Hele de demokrasi ve özgürlük şarkısı ile kitlelerin ağzına sakız veren o ''Beyaz Türkler'' ülkeyi babalarının çiftliği olarak görme alışkanlığını sürdürebilmek için  değişik ve kirli ilişkiler içerisine girmekten uzak durmuyorlar. Onların çocukları ülkenin en iyi üniversitelerinde en güzel makamlara asansörle çıkarılıyor. Gariban Anadolu çocuklarına da şöyle diyorlar: ''Canım önünü kesen yok ya, git Karayazı Üniversitesi'nde münhal bir kadroya yerleş!'' İçinden şöyle dersin: ''Senin çocuğun gitse ya. Hani vatan millet nutku atan sen değil misin? Alavere dalavere, gariban Mehmet nöbete!'' Hayır, hayır ö şöyle düşünür: ''Ben Beyaz Türk'üm, sen ise Anadolu'nun ücra bir kasabasından gelmiş Zenci Türk'sün. Kes sesini ve kaderine razı ol. Haddini de aşma!''
            Hiç unutamayacağım ve bana da adeta hayat dersi veren bir olaaydan bahsedeceğim. Asistanım ve testis tümörleri üzerine bir çalışma yapacağım hocamla birlikte. Araştırmanın iskeletini kurup hocama sunduğumda çok beğenmişti, ama kitleri yurtdışından getirtmek gerekiyordu. Hocam şöyle diyordu: ''Projeni yap, fakülte yönetimine sunalım, döner sermayeden maddi destek isteyelik.'' Ve sundum, kabul edildi, ödenek çıktı ve kitleri yırtdışından getirttik. Bu bir  üroloji ve patoloji bölümlerinin ortak çalışması olacaktı. Yani ben hastalardan materyal alıyorum ve elimle bizim Patoloji Anabilim Dalı'na götürüyorum. Onlar materyal üzerinde çalışıyorlar. Yayınlayacağız, öncelikle yaklaşmakta olan bir kongrede de sunmak için bildiri haline getirmemiz lazım. Yeterli hasta sayısına ulaşmışız, ama patoloji bölümünden sonuçları bir türlü alamıyorum. Bölüm başkanı profesör hocamızla, yani patolog hocamızla her hafta görüşü,yorum. Ama her seferinde eli boş dönüyorum. Yani halk arasında derler ya ''bugün git, yarın gel!'' Nihayet kongre tarihi yaklaştı ve bildiri falan da sunamadık elbette. Hani al haberi içeriden derler ya... Yine birgün patoloji bölümüne gittim ve ensemi kaşıyarak o bölümdeki samim arkadaşımın odasına uğrayıp selam vereyim dedim. Çay içiyoruz odada. Şöyle etrafına bakındı ve birden kapıya gidip arkadan kilitledi. Hiçbir şey anlamamıştım bu davranışından o an.  Birşey söyleyeceğini de sezmiyor değildim. Söze baaşlıyordu: ''Bak, hocamız seni oyalıyor, sonuçlar elimizde, ama sana vermek istemiyor. Ama bak aramızda kalsın, yoksa beni yakar!'' Şaşırmıştım... ''Nesimi kardeş,neden vermiyor, ben Moskof çocuğu muyum? Ben bu ülkenin vatansever bir ferdi, bir bilim insanı değil miyim? MİT'in sırrı mı ki deşifre edeyim?''
            Nesimi başını öne eğip bakışlarını benden kaçırıyordu: ''Senin dünya görüşünden dolayı...''
            Yıkılmıştım.... Devam ediyordu: ''Bir kokteylde alkol almamışsın, bu durumu birisi de hocanın kulağına fısıldamış nasılsa...''
            Donup kalmıştım, modern görüşlü olduğunu ve Batı Medeniyeti'nden her an dem vuran bu patoloji profesörünün bu tavrı karşısında... Meğer içi Baas rejimi, dışı sahte Batı Medeniyeti'nin sahte elbiseleri ile  süslüymüş.
            İnsanda feraset yıllar içinde gelişiyor. Bu algı operasyonlarını görünce acı acı gülümsemiyor da değilim. Siz beni saf mı sandığınız da sizin kayığınıza bineyim. Sağ elimi yelpaze gibi ullanıp o hareketi yapıyorum: ''Hadi ordan!''
            Bir yabancı gazeteci Osmanlı Hariciye Nazırı'na soruyor: ''Koskoca Osmanlı ülkesinin dış politikadaki ölçüsü nedir?''  Hariciye Nzırı kısa bir süre düşünür ve o tarihi cevabı verir: ''Gayet kolay, biz bir karar alırız ve ertesi gün gözümüz kulağımız Rus Sefareti'ndedir. Rus Sefareti'nden ses çıkmazsa kararımızı yeniden gözden geçiririz. Yook Rus Sefareti bundan çok rahatsız olursa o zaman o kararın devletimizin lehine olduğuna karar veririz.''