Arabamı park edip çocukluğuma ait anıların ruhuma sinmiş olduğu o şirin meydana ilerlerken sinir sistemim bütün kaslarımı harekete geçirmişti. Burası Karlıilçe'ydi. Beynimde ufuk turu yapmaktaydım. Karlıilçe'de yine at arabaları var mıydı? O meydanda buzlu kovadaki gazoz şişesinin kapağını patlatıp avaz avaz bağıran o şirin satıcıları görebilecek miydim? Sıcak yaz günlerinde yüzümüzü yıkayıp serinlediğimiz o çeşmeden akan ve zemindeki mermere çarpıp ruhumuzu okşayan o su sesini yine işitebilecek miydim? Parkın çevresindeki ağaçların altında oturup dilim halindeki karpuzu yerken çenesinden akan suyu sağ elinin sırtıyla silip sonra aynı eli pantolonunda kurulayan ve şakalaşan o insanlar hala orada mıydı?
            Soluma dönüp hayalimizdeki o bakkal dükkanına bakıyorum. İlçenin adeta alışveriş merkezi olarak algılanırdı o çocuk havsalamda... Girişte çuvallar göze çarpardı; kiminde incir, kiminde kuru üzüm bulunurdu ve iştahımızı kışkırtırdı. Sahibinin ismi tersine okunurdu. Soyadı başa alınıp ona Avcı Ali derlerdi. Kumral, iri yarı, mavi gözlü ve de sempatik bir insandı Ali amca...Aşırmalı siyah bir iş elbisesi giyerdi ve bileklerinden başlayıp dirseklerine kadar uzanan bir çeşit kolluğu göze çarpardı. Ali Amca hala o dükkanda mıydı? Yoksa atına binmiş ve bir daha dönmemek üzere o sonsuz yolculuğa mı çıkmıştı?
            Önden giden ruhum bedenimi alıp sürüklüyordu ve adımlarım hızlanıyordu. Şu çeşmeden sağa dönünce bir bisiklet meydanı olacaktı. Çocuklar orada hala bisiklet kiralayıp meydanı cıvıl cıvıl sese boğuyorlar mıydı? Evet, şu ileride de ahşaptan ve tenekeden yapılmış mütevazi bir dükkan olacaktı. Önünde birkaç dev bidon olurdu ve siyah önlüklü satıcı elindeki silindir şeklindeki maşrapa ile gazyağı satardı köyden gelen müşterilerine. Bu gazyağı kokusunu içime çekerdim, neden böyle yaptığımı bilmiyorum. Sanki beynimde uyarıcı bir etki yapardı bu koku...
            Meydanın orta yerinde durup şakalaşan, birbirine uzaktan bağıran insanların, uzun zamandır uzak kaldığım o patırtının, gürültünün ruhumu harekete geçirmesini, gözlerimi, kulaklarımı doldurmasını beklerken gözüm bir yandan da kaldırım taşlarındaydı. O kaldırım taşları hala yerindeydi ve at arabası veya ''gaşka'' adını verdikleri arabaları çeken atların nal sesleri bir müzikal tını gibi gelirdi o küçük beynime...
            Bu bir ''duygu çağlayanı''ydı adeta ve gerçek dünyadan koparıp bir hayal dünyasına hapsetmişti beni. Hayata atılmıştım, muayenehanem vardı. Kendimce ''pek de matah bir şey'' olmuştum. Meydanı dolduran insanları seyrederken kendi kendime soruyordum: ''Yoksa ben değiştim mi? Bu şirin Anadolu insanlarından koptum mu yoksa?'' O anda içimdeki ''öteki ben'' beni zorluyordu: ''Git ve şu kalabalığa karış ve kendini dene... Ancak öyle anlarsın... Sen hala o eski sen  misin!'' Düşünüyordum: İçinden çıktığım o kültürle aramda bir duvar mı örmüştü yoksa zamanın o insafsız çarkları? Hayı, örse örse ince bir zar örerdi ve işte ben şimdi o zarı yırtmaya kararlıydım.
Kenardaki bir banka oturup etrafı gözetliyordum, ama dış görünüşümle belki de kovanda bir yabancı arı gibi hissediyordum kendimi. Yeşil tişort, beyaz pantolon vardı üzerimde ve rugan ayakkabı giymiştim. Bu sadece üzerimdeki geçici makyajdı, ama içimdeki aidiyet duygusu o kalabalık ile olan bağımın kopmadığını telkin ediyordu bana. Kenardaki banklardan birisine oturduğumda o tozlu rugan ayakkabılarım 15 yaşlarındaki bir aykkabı boyacısının dikkatini çekmiş olmalı ki elindeki metal ile boyacı sandığına vurarak varlığını belli ediyordu. Gelip karşımda dikilmişti ve beni baştan aşağı süzüyordu. Ayakkabılarıma bakarken onu cesaretlendirmek için tebessüm ediyordum. Titreyen sesiyel ''abe, boyatmak ister misin'' dediğinde yaklaş anlamında işaret ediyordum. Ayağında lastik ayakkabılar vardı ve beline de kemer yerine bir ip bağlamıştı. Soluk benzi anemik bir çocuk izlenimi uyandırmıştı bende. Koltuğunun altındaki tabureyi koyup boyacı sandığını önüne çektiğinde tereddüt ettiği belliydi. Maksadım ona para verip o gariban ruhunda birazcık sam yeli estirmekti. ''Çocuk, boya istemez, sadece vazelin sür ve fırçala'' dediğimde başını sallıyordu. Ve sandığının üzerine hiç tahmin etmediği bir para bıraktığımda sevincini gözlerinden okumamamak mümkün değildi. Üzerini vermeye yelteniyordu. ''Çocuk, tamam, kalsın'' dediğimde o sevinci görmeliydiniz.

            Bugün sanki sıradan davranışlar bile beni cezbediyordu. Haziran'ın o sıcağında elbette terlemekteydim ve kendimi zamanın ve mekanın akışına ve cazibesine bırakmıştım. Bir programım yoktu, bir silindir gibi üzerimizden geçen zamandan geriye kalanları keşfe çıkmıştım adeta. Parkın etrafını dolaşırken bir atarabası dikkatimi çekmişti. Evet, beyaz bir at, torbasındaki yemi yerken birkaç metre ötede de dört kişi sırtlarını ağaca yastlamış ve şapkalarını da dizlerine koymuştu ve koyu bir sohbete dalmışlardı. Şu adam da arabanın sahibi olmalıydı, zira kamçısı yanındaydı ve arada bir dönüp atı gözlüyordu. Bu ilçede tek atlı ve iki tekerlekli bu arabalara  ''gaşka'' deniliyordu. Çocukken hep düşünürdüm kulağa hoş gelen bu kelimenin dilimize nereden geldiğini. Fikir yürütürdüm: Belki de Rusça'dır veya Ermenice'dir diye... Belki de öz be öz Türkçe'dir, bilemeyeceğim.
            Her neyse, en yaşlısı gırtlaktan gelen bir ses tonu ile en genç olanına sesleniyordu: ''Rüstem, karnımız acıktı, beyler eller cebe. Hadi şu ilerideki fırından dört ekmek al, şu manavdan da iki kilo çavuş üzümü al, karnımızı doyurak!'' Çocukluğumda ekmek ve üzümü beraber yemeği ne kadar da severdim. Anılarım beni dürtüyordu sanki... ''Hadi sen de git üzüm ekmek al ve bu insanlarla beraber ye.'' Ve Rüstem'i takip ediyorum. İki ekmek ve birkaç kilo da üzüm alıyorum, misafirim ya...Beni kabul etmeleri için elimin cömert olması lazım geldiğine kendimi inandırmak istiyorum. Ve alışverişimi yapıp uzaktan, onların kır sofrası kurmasını bekliyorum. İşte Rüstem  de geliyor ve ortaya bir gazete seriyorlar ve başlıyorlar yemeye... Bir tereddüt geçiriyorum, hani öyle damdan düşer gibi nasıl ortak olayım sofralarına diye. İki adım atıp o yöreye has hitap tarzı ile ''abiler sofranız bereketli olsun, beni de kabul eder misiniz, beraber yiyelim'' dediğimde hepsi başını kaldırıp bana bakıyor. Beni şöyle baştan aşağı süzdükten sonra ''kardaş buyur, ne demek'' dediklerinde seviniyorum. Birisi ''ama sen beyaz pantolonlusun, dur altına bir şey getireyim de çimenlerde leke olmasın'' diyor ve bir gazete parçası seriyor.
            Kimi zaman insan şöyle düşünmeden edemez: ''Biraz aklının estiği gibi davran, kurallar denilen o girdabın içinde debelenmenin ne aanlamı var! Boşver, kendin için yaşa!'' Arkasından Rüstem karpuz kesiyor ve ayağa kalkıp dilimi yerken çeneme akan suları ben de elimle siliyorum.
            Bir yandan da saatime bakıyorum, zira gölgeler uzamaya başlamıştı ve ruhum da zamana sığmak bilmiyordu. Daha dolaşacağım ve anılarla yüzleşeceğim o kadar sokak vardı ki... Özellikle çocukluğumuzun o lezzet diyarı ''Hal Binası''nı görmek istiyordum. Acaba hala yerinde duruyor muydu?  Ya o tren yolu boyunca o küçük bacaklarımla yürüyüp menzile varmaya çalıştığım, ama hiç bitmeyecekmiş gibi gelen o köy yolu... Hafta sonunda oradaki akrabalarımı  ziyaret edip hasret giderme arzusu ta pazartesinden başlardı. Geceyi de öğretmen evinde geçirecektim.