Karlışehir'de kışın ortasıydı ve o bekar evimde pencereden dışarıyı seyre dalmıştım. Karanlık çökmüştü ve tipinin uluyan sesi bana tatlı bir melodi gibi gelmekteydi. Zaman zaman yavaşlayan vahşi tipinin arkasından gökte adeta dans ederek inen kar tanelerini izlemek bir zevke dönüşmüştü. O öğrenci evinde duvarlar sana bakar, sen duvarlara bakarsın ve kalabalıkllar içinde yalnızlığı yaşarsın. Zaman zaman içinden de şöyle dersin: ''Garibim her taraf bana yabancı...''

Üniversite dördüncü sınıftaydım ve o sene hastaneye geçmiştim ve bir stajyer olarak kendimi ''pek de matah bir şey'' sanmaya başlamıştım. İnsan uzun ince bir yola girdiğinde yolun başında kendine anlamlar yüklemeye başlar. Yıllar geçtikçe ve okudukça da cehaletinin farkına varır ya... O sözü çok severim: ''Dolu buğday başağının boynu bükük, boş başağın ise boynu dik olurmuş.''

Onbeş günlük dönem tatiline girmiştik ve tatilin ikinci günüydü. Kendi kendime şöyle demeden edemiyordum: ''Bu onbeş gün süresince kitap yüzü açmayacağım, beynimi boşaltacağım. Nasıl olsa bütün stajlardan geçmişim...'' Fakat gel gör ki daha ikinci gün virüs misali o kitap bana adeta göz kırpıyordu, bir bağımlılık yapmıştı bende... Sigara gibi...O kitap bir başvuru kitabım olmuştu. ''The Merck Manuel.'' Bir defa okumuştuım, ikinci sefer okumaya başlayacaktım. Okudukça müthiş haz duymuştum zira. Aslında bilinç altımdaki ''diğer ben'' ile mücadele etmiyor da değildim. Öteki ben galip geliyordu: ''Bu ara tatilde Merck Manuel'i bitirmelisin...''

Birkaç saat okuduktan sonra çay içiyor ve dışarıyı seyrediyordum. Hele de sokak lambalarının altından yere nazlana nazlana düşen o kar tanelerini izlemek zevk veriyordu bana. İnsanlar hızlı adımlarla evine ulaşmaya çalışırken nefeslerinin havada mini bulutlar oluşturduğu görülüyordu. Bir de küçük bir radyo edinmiştim kutu gibi olan bu bekar evimde. İki odası vardı, iki koltuk, bir çalışma masası, küçük bir mutfak ve banyo... Burası benim aşiyanımdı.  Şair diyor ya... ''Evimiz kutu gibi küçücük bir evdi.'' Sanki benim o küçük bekar evimi tarif ediyordu o şiirde.

Karanlık çökmüştü ve radyonun ninni gibi gelen sesi benim uykuya dalmama yetmişti demek ki... Buna da şekerleme deriz ya.... Birden kapı zilinin sesi ile uyanıyordum. Bir yandan da kapı tokmağına küt küt vuruluyordu. Bu vuruş samimi bir insanın vuruş şekline benziyordu. İçimden de şöyle diyordum o irkilmiş halimle. ''Gecenin bu saatinde hayırdır inşallah!''  Korkmuyor da değildim. Açmakla açmamak arasında tereddüt yaşarken kapıya doğru gidiyordum ve sonra vazgeçip odama geliyordum. Şüphe ve korku işte böyle bulaşıcı bir hastalık gibi hücrelerinizi esir alıyor. Kapı dürbününden bakmaya da cesaret edemediğimi itiraf edeyim. Zira ideolojilerin birer deli gömleği gibi idrakları esir aldığı bir dönemden geçiyordu ülkemiz. O kadar vatansever(!) türemişti ki birden. Veya türetilmişti. Yerden biten ayrık otları gibiydi bunlar. Bir serseri kurşuna uğrayıp babasının kesesinden gidiyordu insanlar.

Ve o sırada dışarıdan aşina olduğum o sesi duyunca rahatlıyordum... ''Amcaoğlu aç, korkma benim!'' Bir kitapta okumuştum o cümleyi ve şöyle diyordu: ''Sayısız anlar yaşarız ama tek, bir tek an vardır ki bütün iç dünyamızı galeyana getirir.'' Gerçi geceniin bir yarısında çalınan kapım beni galeyana getirmemişti, fakat çok korkutmuştu ve tedirgin etmişti. Kapıyı açtığımda tiftikten yapılmış o meşhur beyaz kalpağının üzerindeki karları temizliyor ve içeri giriyor. ''Emir hoş sefa geldin, hele gir içeri. Bizim fakirhaneye bu saatte şeref verdin. Sana bir çay getireyim, karnın aç mı?''

Koltuğa gömülüyor ve yüzünü iki eliyle ovalayıp bıyıklarını büküyor. ''Karnım aç, senden mi saklayayım, ne yemeğin var?'' dediğinde gülüyorum. ''bak pilav, patates oturtması ve kayısı hoşafı yapmıştım, getireyim.'' Gülüyor...''Çok hamaratmışsın!'' Tebessüm ediyorum... ''Derler ya zor dağı deler. El mahkum, iş başa düşünce mecburen öğreniyorsun. Ben halk çocuğuyum, hergün lokantada yiyecek halim yok ya...''  Ayağa kalkıyor, gülerek ''sen halk çocuğusun da biz köprüaltı çocuğu muyuz'' dediğinde gülme krizine giriyorum o an...

Emir ayağa kalkıp yanıma geliyor ve elini omuzuma dokunuyor. ''Bu karda tipide ne için geldiğimi bir sormadın.Şu telefon için geldim. Bir de gariban geçinirsin. Öğrenci adamın evinde telefon var. Şu lükse baksana!'' dediğinde tebessüm ediyorum. ''Misafire neden geldin diye sormaya utanırım. Hoşgeldin, sefa geldin. Bu gece misafirimsin.'' Koltuğa oturup derin bir nefes alıyor ve bir süre sabit bir noktaya dalıp gidiyor. Onu hiç böyle dağınık ve dalgın görmediğim için şaşırıyorum. Nerden aklıma geldiyse biraz da şakavari soruyorum... ''Emir çok dağınıksın, yoksa sen aşık mısın çocuk!'' O sırada sol elinin üç parmağı ile çenesini alttan desteklerken sağ eli ile de sol kolunu dirsekten destekliyor. Karşımda düşünen bir Emir var. İçimden de şöyle diyorum: ''Galiba boş atıp dolu tuttum. Bu çocuğun bir derdi var!''

İnsan zor zamanlarında derin nefes alır ve oturduğu yerde de sık sık pozisyon değiştirir.  Emir de yerinde duramıyordu ve sağ elinin işaret parmağı ile üçüncü parmağı ile önündeki sehbada adeta trampet çalıyordu. Bu, zaptedilemez enerjiyi çevreye dağıtmadır.  ''Emir hiperaktif olup çıkmışsın'' diyorum. ''Ateş düştüğü yeri yakar'' dediğinde tebessüm ediyorum. Pencereye doğru yöneliyor ve sırtını bana dönüp bakışlarını kaçırıyor. ''Bizim sınıftaki Elif'e abayı yaktım. Zalim kız bir türlü yola gelmiyor. Senden yardım istemeye geldim. İşte telefon burada, onun için geldim.''

Şaşırmıştım, espri yapayım dedim... ''Desene deli gönül abdal olmuş, gezer Elif Elif diye...'' Ciddileşiyor... ''Dalga geçmeyi bırak da şuradan yurdu arayalım. Elif memleketine gitmiş. Kız yurdunda iki samimi arkadaşı henüz gitmemiş. Yurdu arayacaksın ve kendini Elif'in dayısı olarak tanıtacaksın ve o kızlardan Elif'in adresini alacağız. Ben de atlayıp evlerine kadar gideceğim.''

Bakışlarımı ona yöneltiyorum...''Ciddi misin? Yani bu ne cesaret çocuk. Sen arasana!''

Başını hayır anlamında sallıyor... ''Heyecanlanırım, gel bu güzelliği yap bana... Dayısı yurt dışındaymış.''

Gülüyorum...''Yani beni kurbanlık koyun yaptın bu akşam...''

Elimden tutup telefon başına götürüyor. Rolüme razı olmaktan başka seçeneğim kalmıyor o an. Çöpçatanlık bize düştü bu akşam...