Ateşin başındaki koyu sohbet, tanıştığımız bisikletli gençlerle daha fazla kaynaşmamıza vesile oluyor desem abartmamış olurum. Hani teşbihte hata olmaz derler ya... ''İnsanlar konuşa konuşa, hayvanlar koklaşa koklaşa...'' Zira kişi bilmediğinin düşmanıdır sözü burada gerçekliğini bir kez daha ispatlıyor. Özellikle Semih itirafta bulunuyor: ''Ankara'nın doğusuna hiç geçmemiştim. İnanın şimdiye kadar bu güzel ve sıcak dünyadan habersiz yaşamışım, ne büyük kayıp! Sizleri tanıdıkça düşüncelerimi yeniden sorgulama gereğini duyuyorum'' diyor. Ben de espri yapıyorum... ''Yoksa buradaki insanların yontma taş devrinde yaşadığını mı sanıyordun? Bak hepimizin bir burnu, iki de gözü var! Ayaklarımız da yalın değil, kundura giyiyoruz!'' Gülüyor ve mahcubiyetini saklayamıyor... ''Estağfurullah, o derece değil ama, zararın neresinden dönersen kardır!''

            Takılıyorum... ''Şaka yaptım, Şair Nefi gibi abartmalarım olur bazen!'' Yumurtalar da pişmek üzere... ''Bunları sabah kahvaltısında yeriz'' diyor Semih. ''Paylaşmak bizim kadim kültürümüzün temel taşı'' diyorum, ''ama bundan haberi olmayan insanlar da var. Bir hatıram canlandı da!'' Israr ediyorlar anlatmam için.

            ''Asistanken bir arkadaşımız vardı, memleketini söylemeyeceğim. İzzet ikramdan habersiz birisi yani. Birgün odasına gidiyorum, önünde kuruyemişler, simit  ve elinde çay...Hani ben de bekliyorum ki buyur sen de berekete karış desin. Anadoluda ikram ederken ''berekete karış'' derler ya... Ben zaten bu konuda gururlu birisiyimdir. Adam yiyor, tekrar tekrar çayını dolduruyor, içiyor. İçimden de şöyle diyorum: ''Anası, ya da babası Alman olmalı!'' Sanki ben odada yokum veya bir heykelim. Hayret ediyorum bu davranış bozukluğuna. Çünkü alışık olmadığım ve de çok garibime giden bir davranış şekli bu...''

            ''Galiba uzaydan gelmiş biri'' diye atılıyor Oğuz ve ağzından ''yuh'' kelimesi çıkıyor. Gülüyoruz, o şiirin o kıtasını söylüyorum... ''Oluklar çift, birinden nur akar, birinden kir!''

            Belli ki Oğuz çok içerlemiş... ''Ben olsaydım odayı terk ederdim ve bir çift de laf ederdim'' diyor. ''Ben de hastamı bahane edip odasından ayrılmıştım. Birkaç gün sonra ben odamda eşimin evden getirdiği yemekleri yemekteyim gece nöbetinde. Birden o asistan arkadaşımız da odama girmez mi! Buyur beraber yiyelim diyordum ve ona da ikram ediyordum.'' O sırada Oğuz ayağa kalkıp itiraz ediyordu... ''Ben olsaydım adam yerine koymazdım ve buyur etmezdim. Yanlış yapmışsın!'' Elimi omuzuna atıyorum... ''Utandırmak ve bir hayat dersi vermek istemiştim. Hani o sözü çok severim. Derler ya 'kötülüğe kötülük her kişinin karıdır... Kötülüğe iyilik er kişinin karıdır'...'' Semih zeki bir arkadaş, belli... Tebessüm ediyor... ''Hocam yani kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla mı demek istiyorsunuz?'' Elimi havaya kaldırıyorum... ''Yumurtaları ikram etme nezaketini gösterdiğiniz için burada 'gelin' rolünü biçmiyorum size!''

            Herkes bir hatırasını anlatırken göz kapaklarım da beni dinlemez oluyor.  Cemil söze giriyor...''Sohbete doyum olmuyor, uyku da yavaş yavaş basıyor. Çadırlarımıza çekilelim mi? Sohbete yarın kahvaltıda devam etsek...'' Ve çadırlarımıza çekiliyoruz. Çadırda şöyle düşünüyorum: ''Ayı gelse ben ne yaparım?'' Sonra o vesveseyi beynimden kovmaya çalışıyorum. Hani bir de teori

ile pratiğin çarpıştığı bir alan halini alıyor beynim adeta. Ne gibi mi? Kış boyunca çadırı hayal etmiştim. Evet, elbette evdeki yatağımın rahatlığını burada bulamayacağım. ''Olsun'' diyorum, ''şu kurbağa ve kargaların sesleri ruhumu dinlendiriyor ya!'' Uyumadan önce şunu düşünüyorum: ''Şafağın söküşünü keşke izleyebilsem, keşke uyanabilsem!'' Niyet bu ya! Saatler sonra uyandığımda çadırdan içer düşen pembe bir ışık görüyorum, belli ki şafak sökmek üzere. O şiir aklıma geliyor... ''Kalkın yavrularım şafak sökmeden...Şu yüce dağları kuş gibi aşın... Pembe ufuklara sisler çökmeden... Şu yüce dağları kuş gibi aşın.''

            Hani ortalık tam da aydınlanmadığı için bu ''kocaoğlan'' beldesinde dışarı çıkmaya cesaret edemiyorum. Kendi kendime ''cahil cesareti gösterme, bir ayı ile karşılaşırsan babanın kesesinden gidersin'' diye düşünüyorum. Ve gözüme uyku girmiyor. Ortalık tamamen aydınlanınca çıkıyorum ve ürkek bakışlarla etrafa bakıyorum, zira herkes uykuda. Niyetim ilerideki dereye gidip yüzümü yıkamak. Adeta zamandan ganimet devşirmekteyim. Sanki bu dağların, bu derelerin ganimetini birileri benden önce devşirecek de bana bir şey kalmayacak gibi bir his içerisindeyim adeta. Bu güzellikleri herkesten önce ben cebime doldurayım, sonra biter de ayazda kalırım gibi uçuk bir düşünce kaplamış benliğimi. Esir almış desem daha doğru olur. Ve etrafı da kolaçan ederek dereye varıyorum ve o soğuk su ile yüzümü yıkarken arkamı da kolluyorum habire... Korku duygusu işte böyle bir şey. Döndüğümde kafilenin de çadırlardan çıktığını görüyorum. Oğuz çadırıma uğramış, beni göremeyince telaşlanmış. ''Ben de sandım ki ayı ya da kurt kapmış seni'' diye şaka yaparak gülmekte.

            Ve kahvaltı için hazırlık başlıyor. Semaver kuruluyor ve eskilerin deyimiyle ''darboğazda kavga'' başlıyor.