Akşamın o alaca karanlığında levhasız bir yolda çaresizim. Kalbi küt küt atmakta!

            Bir yandan da içimden şöyle diyorum: 'Be adam sana rahatlık battı. Sen bunu hak ettin. Şu ıssız dağ yolunda, bu ormanda insanı kesseler kimsenin haberi olmaz. Bilmediğin bir yola ne diye çıkarsın!'

            Yol o kadar tenha ki! Sağda bomboş engebeli tarlalar, biraz ileride de galiba bir göl var. Solda uzun ağaçlardan oluşan bir koruluk göze çarpıyor. Evet biraz ümitlenir gibi oluyorum. İleride de sönük ışıklar ve evet barakamsı evler... 'Burası bir köy olmalı' diye geçici bir sevince kapılıyorum..Ne yapacaksın 'ümit fakirin ekmeğidir' demişler.

            Köye girince uzaktan iki kişinin gölgesi beliriyor. 'Şunlara bir sorayım' diyorum.

            Köpek havlamaları beni hep ürkütmüştür. Bu yüzden arabadan korkarak iniyorum. O insanlar yanımdan geçerken yaklaşıyorum. Birisi iri yarı, pos bıyıklı. Herhalde tarağın ve makasın icat edildiğinden haberi yoktur diye düşünüyorum o an...Diğeri genç ve eli yüzü nisbeten düzgün. Tereddütüm kısmen ortadan kalkıyor. Benim sormama fırsat kalmadan pos bıyıklı olanı soruyor: 'Bilader bir durum mu var? Yabancısın galiba?'

            'Evet' diyorum, 'yolumu kaybettim de... Yol soracaktım!'

            Genç olanı atılıyor: 'Yolculuk nereye?'

            'Kardeş sorma, Göynük'e gidiyorum güya. Bir saattir şaşkın ördek gibi yalpalıyorum. Başım döndü inan!'

            Pos bıyıklı olanın yüzünde tebessüm beliriyor. 'Bilader tam tersine gelmişsin.Geri dön ve şu ilerideki evin önünden sağa devam et. Ne için gidiyorsun Göynük'e? Bir işin mi var?'

            Kendimi tanıtıyorum. 'Ameliyat ettiğim bir hastam davet etti de... Hani bizim kültürümüzde davete icabet etmek vardır. Gitmesem ayıp olur!'

            Bu sefer 'bilader' diye hitap etmek istemiyor... 'Beyim uğurlar olsun!' diyor ve ayrılıyoruz.

            Tek tük araba geçiyor. Yine ne levha var, ne de ışık..Üstelik cep telefonu da çekmiyor.

            Sessizlik... Sessizlik. Issız bir ilçe yolundan hiç geçmemiş birine anlatsan ne olur? Anlamaz ki! Geçene de anlatmayı gereksiz bulurum.

            Orman yolunda kasvet basıyor. O an sırtımdan başlayan soğuk ter vücudumun alt kısımlarına kadar uzanıyor. Göynük'e ne kadar yolumun kaldığını gösteren bir levha görsem rahatlayacağım. Rampa tırmanıyorum ve yavaş gidiyorum.

            Benzin göstergesi de dibi boylamakta hemen hemen... Kalbimin hızla çarptığını hissediyorum. 'Burada benzinim bitse ne yaparım?' diye düşünmeden de edemiyorum. Zira böyle durumlarda insanın damarına şeytan girer ve vesvese girdabında çırpınırsınız.  

            Biraz ileride bir karartı görüyorum. Yaklaşıyor. Bir at arabası bu. Selektör yapıyorum. Arabacı kalın sesi ile 'deeh' deyip atları durduruyor. Arabanın penceresinden selamlaşıyoruz.

            'Beyim uğurlar olsun. Buraların yabancısıyım. Bu yol Göynük'e mi gider?' diye soruyorum. Güler yüzlü ve düzgün bir adama benziyor arabacı.

            'Evet doğru yoldasın, hiç ayrılma!' dediğinde rahatlıyorum. 'Ben de Göynük'lüyüm. Kime gidiyorsun?' diye soruyor.

            'İrfan Amca diye birisine. Davetliyim de... Bir hastam işte!'

            'Anladım' diyor, 'siz onun doktoru olmalısınız. Kendisini iyi tanırım. Bugün kahvede sizin geleceğinizden bahsediyordu zaten!'

            Gecenin ilerlemiş saatindeyiz. Bu sırada telefonum çalıyor. Arayan İrfan Amca. Hele şükür. 'Çok telaşlandım. Başına bir hal mi geldi diye endişelendim!' diyor. Yerimi tarif ediyorum. Arabacı atılıyor: 'Merak etme, benzin yeter. On kilometrelik yolun kalmış!' deyince rahatlıyorum.   

            Bu sırada bilmediği bir kasabaya tayin olup gitmekte olan ve yolunu kaybeden bir hekimin anısı aklıma geliyor. Aktarayım...

            ''Gi...Gittiğiniz bu yolda..'' dedim buz kesmiş, mosmor dudaklarla... ''Yolculuk yapmaya alışkın olmak gerek!''

            Bu arada yolun bu halinde kendisinin hiçbir suçu olmamasına rağmen gözlerimi dikmiş arabacıya bakıyordum. ''Ah doktor'' diye karşılık verdi arabacı açık renk bıyıklarının altındaki dudaklarını kımıldatarak, ''Onbeş yıldır bu yoldayım, ben bile hala alışamadım!''

            Ürperdim, hüzünle beyaz, boyası dökülmüş iki katlı binaya. Sağlık memurunun kulübesinin ahşap, mat duvarlarına. İleride meskenim olacak, tabut gibi, esrarengiz pencereleriyle iki katlı eve bakındım ve uzun uzun iç geçirdim. Zihnimde şimşek çaktı.''Selam sana kutsal tapınak!''

            Bu anıdaki kutsal eve benzer İrfan Amca'nın evine bir an önce varmaya çalışıyorum. Evet işte uzaktan ilçe göründü. Görüyorum 'GÖYNÜK' levhasını ve rahatlıyorum.

            İrfan Amca o sempatik ve babacan haliyle meydanda beni bekliyor.

            Sarılıyoruz...