O sorum tamamen masumca bir düşüncenin sonucuydu. Hani biz buna ''anamnez'' deriz. Diğer bir ifadeyle ''hastanın öyküsü'' dür bu... Hasta bir rahatsızlığından bahsedince buna sebep olan faktörleri sorgulama gereği duyarız o anda. Diyelim ki bir bayan hasta var karşımızda ve idrarını tutmakta zorlandığından bahsetmekte ve haliyle benden yardım istemeye gelmiştir elbette. Kafamda o an ''Aşırı Aktif Mesane Sendromu'' oluşmuşsa hemen sorarım: ''Şeker hastalığınız var mı?''
Girişi biraz uzattım gibi. İşte sadede geliyorum...
Otuz beş yaşındaki bayan hastam tansiyonunun son zamanlarda yüksek seyrettiğini söylüyordu ve gittiği iç hastalıkları uzmanı tarafından üroloji polikliniğine yönlendirildiğini ifade etmekteydi. ''Haklısınız da Merve hanım, bir tansiyon yüksekliğinin sebebini böbrek hastalığına bağlamak öyle kolay bir iş değil'' diyordum.
Bakışlarını üzerime dikiyordu... ''Nasıl yani? Zor mu öyle?''
Tebessüm ediyordum...''Evet çok zor ve de böbreğe bağlı diyebilmek oldukça iddialı konuşmak olur. Kaldı ki kardiyolog bile tansiyon yüksekliğinin sebebini kesin olarak söylemeyebiliyor çoğu zaman.''
''Nasıl yani?''
''Esansiyel hipertansiyon terimini kullanıp bir ilaç başlar. Ve böbrek faktörüne vurguyu da zaten Nefroloji uzmanının yapması gerekir.'' Birden gözlüğünü düzeltip tavana bakarken ben de o soruyu soruyordum... ''Stres ve üzüntünüz var mı? Hani o da tetikleyici bir faktör olabiliyor!''
O sırada birden durgunlaştığını ve gözlük camlarının altından iki küçük dere giibi göz yaşlarının aşağı doğru akmakta olduğunu görüyordum. Belli ki bilmeden yarasını deşmiştim. Biraz zorlanıyordu konuşurken. ''Evet, hem de ne üzüntü! Zaten son altı aydır tansiyonum yükseliyor!''
''Ne gibi bir üzüntü yaşadınız yani?''
O anda öne doğru bir ''c harfi'' gibi eğiliyordu ve iki elini de başının iki tarafına destek yaparak hıçkırıyordu ve ağlamaya başlıyordu. ''Hayatta en çok sevdiğim varlığımı, babamı kaybedeli 1 yıl oldu. Kusura bakmayın biraz ağlayayım!''
Sorduğuma adeta pişman olmuştum. İçimden de şöyle diyordum: ''Ne diye sordum da yarasına tuz döktüm!'' Bir ağlama krizine girmişti ve kibarlığından da ikide bir ''çok affedersiniz, kusura bakmayın'' demekteydi. Sonra doğrulup gözlüğünü çıkarıyordu ve gözyaşları ile ıslanan gözlüğünü silmeye başlıyordu. Çok etkilenmiştim ve o sırada benim de gözlerimden o sıcak sıvı akmaya başlamıştı. Kendini biraz toparladıktan sonra ''babam da zaten sizin hastanızdı. Prostattan ameliyat etmiştiniz seneler önce. Sizi çok severdi, hep bahsederdi.''
Merak etmiştim haliyle. ''Kim?'' diye soruyordum. ''Zahit'' deyip soyadını ve mesleğini de söylüyordu. ''Akciğer kanserine yenik düştü'' diye devam ediyordu.
Hani insanda ''iz bırakan kimseler'' vardır ya... Zahir bey ile de kalbi bir dostluğumuz oluşmuştu. Unutmak ne mümkün!
''Merve, baban ile kalbi dostluğumuz vardı. Sizin eve de gelmiştim birkaç defa. Hele o kiraz bahçenizde kaç defa et mangal yapmıştı baban.Seni de şimdi hatırladım. Bir defasında da beni o alabalık tesisinde ağırlamıştı!'' Biraz tebessüm etmeye başlamıştı.
''Hatırlıyorum, evet bahçemize gelirdiniz!''
''Bak Merve baban o kadar vefalı ve gönül zengini bir insandı ki mevsimindeki her meyveden ta hastaneye getirirdi yıllar boyu.''
Tebessüm etmeye başlamıştı. ''Bak sana baba sevgisi ile ilgili bir şiirden bir kıta okuyayım mı? Şiiri sever misin?''
Başını sallıyordu... ''Lisedeyken şiire düşkünlüğüm vardı.''
''O zaman söyleyeyim sevdiğim o şiiri. 'Hayatta ben en çok babamı sevdim' diye bir şiir vardır. Okuyorum işte... 'Hayatta ben en çok babamı sevdim / Karaçalılar  gibi yardan bitme bir çocuk, / Çarpık bacaklarıyla ha düştü ha düşecek! / Nasıl koşarsa ardından bir devin, / O çapkın babamı ben öyle sevdim'...''
Rahatlamıştı. ''Bu şiiri ben de severim'' diyordu titreyen sesiyle. Ve bir nefroloğa başvurmasını önererek yolcu ediyordum Merve'yi...Ama anılarım tetiklenmişti o anda. Böyle babasının arkasından ağlayan insan dramlarına az mı şahit olmuşumdur sanki...Hani yaaptığımız iş insanların dedine, kederine ortak olmakla ilgili ya... Şair ne güzel söylüyor...''İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal, / Hamallık ki sonunda ne rütbe var, ne de mal!''
O anda ne diyeceğinizi bilemezsiniz babası elinizde ölen o gence... Asistanım. Kliniğimizde hocalarımızdan birisinin prostat ameliyatı yaptığı bir hastada ''tur sendromu'' gelişmişti be bir asistan arkadaşımla birlikte o özel odada o hastaya müdahale ediyorduk. Kapının önünde de elbette hastanın oğlu ve kızı merakla sonucu beklemekteydi. Hastayı kurtaramadık ve sonunda öldü. Meslektaşımla göz göze gelmiştik. O ''sen daha soğukkanlısın ve ağzın da laf yapar. Benbeceremem, ölüm haberini sen ilet ve aralarından hemen ilerleyip asistan  odasına gidelim'' diyordu. Öyle de yapmıştık. Odadan çıkarken çocuklarına yaklaştım. Vücut dilimden anlamışlardı zaten babalarının öldüğünü. Omuzlarımı silkip ''başınız sağolsun'' diyordum ve hızla uzaklaşıyorduk koridordan. Öyle ya ne tepki vereceklerini nereden bilebilirdik ki!
Bir trafik kazası vakası için çağrılmıştım acil polikliniğe. Müdahale odasına girdiğimde birkaç branştan meslektaşımın seferber olduğunu görüyordum.Herbiri kendini ilgilendiren konuda müdahalesini sürdürmekteydi. Ben de ürolojik yönden gerekenleri yaapmaya baaşlamıştım. Sanırım yarım saat geçmişti ki kardiyolog arkadaş ''monitor düz çiziyor, tamam, hasta eks oldu'' diyordu. Herkws bana bakıyordu, zira dışarıda eşi ve çocukları bekliyordu. Yine ben kuruyordum o soğuk, hem de buz gibi soğuk o cümleyi... ''Başınız sağolsun!''