Polikliniğin o kalabalığında bekleyen hastaların arasından yürüyüp biyopsi odasına giriyordum. Prostat biyopsisi için bekleyen hasta tedirgindi. Biraz da sitemkar ifade ile ''hocam on dakikadan beri masadayım, sıkıntı bastı'' demekteydi. Yani demek istiyordu ki ''neden beni bu kadar beklettin?'' Kendi açısından belki haklıydı. ''Doğru, sizi bekletmemem gerekirdi, ama iş bir tane değil ki, ancak çıkabildim...'' Ve biyopsi girişimine başladığımda telefonum da çalmaya başlıyor. Bir işe konsantre olunca telefonuma bakmak adetim değildir. Teknisyen arkadaşımız kimin aradığını merak ederek telefonuma bakmak istiyordu. ''Gerek yok, zaten on dakika ancak sürüyor, bitirince bakarım'' diyordum, ama o uğursuz cihaz üçüncü defa çaldığında dayanamıyordum... ''Belki acil bir vaka için arıyorlardır, bakar mısın'' diyordum. Arayan Cahit abiydi. ''Tamam, kapatın, ben onu ararım'' diyordum. Ve biyopsiyi bitirdiğimde Cahit abiye dönüyordum. O bana hiçbir zaman sitem etmeyen bir gönül insanıydı. ''Cahit abi kusura bakma, biyopsi yapıyordum'' dediğimde mahcup oluyordu. ''Kabahat bende, asıl sen kusura bakma. Hastaneden çıkınca bana gelebilir misin! Hem kebap yeriz, hem de sohbet ederiz. Hani geçen günkü o talihsiz olayın arkasından sana bazı şeyler anlatacaktım ya...'' Anlamıştım: ''Cahit abi o hırsız ile olan mücadeleni anlatacaksın, tamam'' dediğimde gülüyordu. ''Bak geç kalma, kebap soğumasın!''

Arabanın direksiyonunda kendimce toplumsal bir değerlendirme yapmadan da duramıyordum. Halkın içinden geldiğim için bu insanlardan hiç kopmadığıma sevinmeden edemiyordum. Bir ortak paydamız var ve o insanlarla kısa sürede kaynaştığıma inanıyorum. Böyle onlarca gönül dostum vardır. Onlar benim nezdimde ''iz bırakan insanlar.'' Toplumun değer yargılarını, vefayı, misafirperverliği gönüllerinde, ruh dünyalarında barındırıyorlar. Ne yani karşı dağları ben yarattım düşüncesine saplanıp Firavunlaşmamı mı bekliyordunuz! İnsanlığıma değer katan bu insanlarla irtibatımı hiç kesmemem gerektiğine iyice inanıyorum.

Beynim bu gibi düşüncelerle öylesine meşgulmuş ki az daha sağa sapmayı unutuyordum. Ve o dik yokuşu tırmanarak vilaya varıyorum. Cahit abi de baahçede bekliyormuş meğer... Hemen bahçe kapısına geliyor. Ben ise evi biraz geçiyorum ve yukarıdan dönüp dikine park etmeye uğraşıyorum. Bu sırada beni uyarıyor: ''Bak dikine park etme, gel şu düzlüğe park et!'' Camı açıyorum ve ''abi boşver, artık park ettim'' diyorum ve bahçe kapısından giriyorum. Kollarını havaya kaldırıyor ve sitemkar bir ifadeyle ''ne yapayım, sakalım yok ki sözüm geçe'' dediğinde gülüyorum. Ve kamelyanın altına gidiyoruz. Kebabın kokusu da iştahımı kabartmıyor değil... Yanında da karadut şırası... Darboğazda kavga(!) başlıyor. Yemekten sonra da dut topluyoruz. Koca bir sepeti dolduruyor ve kamelya altına geliyoruz tekrar. Tavşan kanı çaı da meğer hazırlamış. Kuş cıvıltıları altında içiyoruz. Cahit abi söze başlıyor: ''Geçen gün zaman dardı da anlatamadım.O hırsız hikayesini anlatayım merak ediyorsan!'' diyor.  ''Cahit abi ben böyle heyecanlı hikayelere bayılırım, anlatsana'' dediğimde gülüyor. ''Ne hikayesi, gerçek canım, az daha geç kalsaydım ve şu köpekler haber vermeseydi belki de bugün hayatta olmayacaktım'' diyor endişeyle...

''Nasıl oldu abi?''

Doğruluyor ve anlatmaya başlıyor: ''Gecenin saat üçüydü. Uykuya dalmıştım. Yatarken köpeklerin bağını çözer ve bahçeye salarım. Birden köpeklerin havlaması ile uyandım. Bir adam sesi de köpeklerin sesine karışıyordu. 'Vay anam' diyordu birisi. Tabancam daima yastığın altındadır. Hemen kaptım ve mermiyi ucuna vererek kapıdan çıktığımda bir de ne göreyim! Karşımda iki adam... Birisi bahçe duvarının dışında, diğerinin de gövdesi duvarın üstünde, bacakları ise bahçe içine sarkmış vaziyette... Telörgüyü tam atlayacakken köpeklerden biri adamı paçalarından yakalamış. Adam debeleniyor, dışarıdaki arkadaşı da onu köpeklerini elinden kurtarmak için dışarı çekiyor. Ama ne mümkün, köpek öyle bir yakalamış ki bacaktan...Hemen yaklaşıp bağırıyorum... 'Davranmayın, yoksa ateş ederim' diyorum ve hırsızı omuzundan tutup içeri çekiyorum. Ellerini havaya kaldırıyor. Tabancayı boğazına dayıyorum. Tir tir titremekte...''

Heyecana kapılıyorum... ''Abi sende de maşallah mangal gibi yürek varmış. Niye o kadar yaaaaaaklaşıyorsun, ya adamda da silah veya bıçak olsaydı. Uzaktan havaya ateş etseydin kaçarlardı!''  Gülüyor... ''Korkutacaksın ki bir daha gelmesin. Hırsız yalvarmaya başladı. 'Amca çoluğuma çocuğuma bağışla, tövbe bir daha sana yaklaşmayacağız. Ne olursun polis çağırma. Bırak gidelim, bir büyüklük göster, aman diliyoruz' demekte...''

''Eee sonra?''

''Sonrası ne! İçeri alıp çay kahve ikram edecek halim yok ya... Ulan söz ver bir daha ayağıma dolaşmayacağına dedim. İki de tokat vurdum suratına. Haydi defol, yıkılın karşımdan deyip salıverdim hırsızları...''

''Affetmek de bir erdemdir, inşallah utanırlar'' dediğimde gülüyor. ''Hırsız hiç uslanır mı! İşte o an acıdım, bizim kültürümüzde aman diyene el kakmaz ya...'' diyor. Saatime bakıyorum. ''Abi ben artık kalkayım müsadenle, yolcu yolunda gerek. Gerçi senin sohbetine de doyum olmuyor.''  Ve dut dolu sepeti  eline alıyor. ''Sen arabaya git, ben de geliyorum.'' diyor. Ama o da ne! Başımdan o an adeta kaynar sular dökülüyor. Donup kalıyorum desem abartmamış olurum. Niye mi? Arabamın yerinde yeller esiyor. Yer yarıldı da sanki içine girdi... Sağa sola bakıyorum, yok oğlu yok...Telaşlanıyorum ve sesleniyorum: ''Cahit abi arabayı çalmışlar!'' Bahçeden hızla çıkıyor... ''Şaka mı yapıyorsun!'' diyor ama o da donup kalıyor. Aşağıya, otobana doğru bakıyor. ''Bak araba orada'' dediğinde ben de çok seviniyorum.  Gerçekten araba otobanın üst kısmındaki duvarın üzerinde... Yola ha düştü, ha düşecek. Beraber koşuyoruz beşyüz metrelik mesafeyi. Bir de ne göreyim! Otobana düşmesine yarım metre kalmış. Zira belediye yolun kenarına tuğladan engel yapmış, yani kısmen bir yükseklik var. Araba tam orada durmuş. O yükselti olmasaydı otobana yuvarlanacaktı.... Gerisini düşünmek bile istemiyorum o an... Sağı solu tertemiz. Cahit abi ''parkederken el frenini tam çekmemişsin, boşalmış ve yavaş yavaş yokuş aşağı inmiş'' diyor. Başımla onaylıyorum... ''Hadi ucuz kurtuldun, verilmiş sadakan varmış. Bagajı aç da şu dutu koyayım'' diyor. Yavaş yavaş geri geri geliyorum. Ayrılırken sitem ediyor: ''Sakalım yok ki sözüm geçsin, sana dikine park etme demedim mi!'' dediğinde tebessüm ediyorum.

Veda ve ayrılış...