28 Eylül 1921’de, İznik – Bilecik kesiminde Süvari Tugayı ve Yalova Bağımsız Bölüğü’nün de bulunduğu milli kıtalar, Kocaeli Nizamiye ve Kuva-yı Milliye Kıtaları adını aldı ve karargâh, Selçi’ye geldi.

Sakarya Muharebeleri’nden sonra, Yunanlılar giderek çekildiler. Sonunda, Gemlik’ten başlayarak Bilecik ve Eskişehir üzerinden Afyon’a inen ve oradan da Büyük Menderes Nehri boyunca batıya dönerek Ege’ye kavuşan 700 km. genişliğindeki bir cephede savunma düzeni aldılar.

Bundan sonra, bir hazırlık ve bekleme dönemine girildi.

23 Ağustos 1921 – 10 Ekim 1921 tarihleri arasında, Gemlik – İznik Gölü arasında Yunan 47’nci Piyade Alayı, İznik Gölü – Bilecik arasında Yunan 1’inci Tümeni vardı. 47’nci Yunan Piyade Alayı karşısında Bağımsız Yalova Bölüğü, İznik – Bilecik arasında Süvari Tugayı bulunuyordu.

Şüphesiz Sakarya Meydan Muharebesi’nin sonucu, gerek Türkiye’de, gerekse Yunanistan’da değişik tepkiler doğurmuştu.

Yunanistan’daki Yunanlılar ve Türkiye’deki yandaşları büyük bir hayal kırıklığına uğramışlardı.

Yunan Ordusu ağır kayıplara uğramış, gururu zedelenmişti.

Yunanlının dünyaya karşı prestiji kalmadığı gibi, zafere olan inançları da kaybolmuştu.

Ancak, Yunan Ordusunun Sakarya’dan Eskişehir – Afyon hattına çekilmesi de hiçbir zaman kaçış şeklini almamıştı. Yunan Ordusu, çekilirken Türk Ordusunun baskısını yeterince hissetmemişti.

Kısacası Yunan Ordusu, yeni mevzilerine fazla bir zorlama olmadan rahat rahat yerleşmişti. Yunanistan’dan gelen destek ve yardımla da yaralarını sarmaya başlamıştı.

Yunan Ordusu, rahat rahat gelecekteki olası harekâta karşı hazırlanıyordu ama, içi pek de rahat sayılmazdı. Yunan askeri tedirgindi. Yunan askeri, olası bir Türk taarruzunu engelleyemezse başına gelecekleri çok iyi biliyordu.

Türk tarafında ise, sinirlerin ilk defa gevşediği, derin bir soluk alındığı tahmin edilebilir.

Mevcut durum geleceğe ilişkin müjdeler gizliyor olabilirdi ama, düşmanın daha beli kırılmamıştı ki...

Halen mevcut durumda, düşmanın belini kıracak olanak da yoktu. Ordu son atımını da kullanmış, bir bakıma tükenmişti...

Ordu mevcudunun artırılması, en azından düşman gücüne ulaşması gerekiyordu. Askerin giydirilip kuşatılması, yeterli silâh ve cephanenin elde edilmesi gerekiyordu. Oysa ne elde para vardı, ne halkta güç...

Yokluktan ve ihtiyaçtan nereden bulunursa alınan silâh ve cephane, yeni bir karışıklık yaratıyordu. Silâhlar o kadar çok çeşitliydi ki, bunlara mermi bulmakta zorlanılıyordu. Osmanlı, Mavzer, İngiliz Manlicher, 98 modeli Alman, Martin, Rus, Belçika, Japon, Avusturya ve değişik çap ve modelde 15 cins piyade tüfeği ; Levis, Alman ve Fransız olmak üzere üç cins hafif makineli tüfek ; Osmanlı (sehpalı), Osmanlı (kızaklı), Schwarzlose, Rus, Manliher, Yunan olmak üzere altı cins ağır makineli tüfek; 75 mm.lik sahra, Kudretli Dağ, Rus Dağ, Şınayder Dağ, Krup Dağ olmak üzere beş cins top ve bunların cephaneleri bulunmaktaydı.

Çoğunluğun asker üniforması yoktu. Yama üstüne yama vurulan elbiseler, asker üniformasından başka her şeye benziyordu.

Ayakkabı, çizme zaten yoktu. Delik çarıklar çaputlarla sarılarak kullanılıyordu.

Evet, o yoktu, bu yoktu, bunları karşılamak için olanak da yoktu ama, çok önemli bir şey vardı.

Mehmetçik,  memleketteki barış ve huzurun geri gelmesi için, şu gâvur Yunanın, denize dökülmesi gerektiğinin bilincindeydi. Ne yapılıp edilecek, bu zafer kazanılacaktı.

Ne olursa olsun, bu güzel vatan düşmandan temizlenecekti.

Millet yoksuldu, vatan harabe halindeydi ama, artık çıkılan bu yolun dönüşü yoktu.

Gelecek ümit doluydu, gelecek aydınlıktı.

İki taraf da tedirgindi. Bir taraftan savaş hazırlıkları yapılıyor, bir taraftan da karşı tarafın ne gibi hareketlerde bulunacağı değerlendiriliyordu.

Savunma önlemleri artırılıyor, mevziler berkitiliyor, bir taraftan da zor geçeceğe benzeyen kışa hazırlık yapılıyordu.

Türk tarafında yapılan faaliyetlerden biri de, düzenli orduya geçişin tamamlanması meselesiydi.

Devamı Yarın