Sıcak bir yaz günüydü ve Antalya'daki o üroloji kongresinin de ilk gününün ilk oturumuna girecektim. Yıllar yılları kovalamıştı veya edebi bir deyişle ''zaman bir silindir gibi geçmişti üzerimizden'' ve seneler sonra klinikteki asistan arkadaşlarımı görecektim. Yani bu kongrenin  bilimsel yönünün yanında bir de sosyal yönü önemliydi benim için. Dostlarla,kader birliği yapmış olduğumuz meslektaşlarımla da buluşup eski günleri yad etmenin adeta ikinci adresi olacaktı bu kongre ve bu otel...
            Neyse, oteldeki sabah kahvaltısını alelacele yapıp eşime ''sen devam et, ben gideyim, oturum başlamak üzere'' diyordum ve boynumdaki giriş kartı ile kongre katının büyük salonuna giriyordum. Loş ışıklar altında o kalabalık salonda bir koltuk bulup oturuyordum. Bildiriyi sunan meslektaşıma bakıyordum. Evet, bizim İbni Sina'dan o sempatik meslektaşımızdı o... Adet olduğu üzere o loş A Solunu'nda merakımı yenemeyip sağıma soluma bakıyordum. ''Acaba bizim klinikten kimler var'' şeklinde beynime üşüşen o sorunun cevabını arıyordum bir yandan da... Merak sardığım endoüroloji konusundaki o güzel sunumu yapan arkadaşımızı görünce içim de bir hoş olmuştu. Ve birkaç bildiriden sonra ilk kahve molası için stand koridoruna çıkıyorduk. Büyük salondan çıkarken genellikle insan merakını yenemez ve omuzlar da birbirine dokunur haliyle. Omuzuma dokunan meslektaşıma dönüp bakmamıştım, ama yanındakinin sorusuna cevap verdiğini duyuyordum ve bu ses aşina olduğum bir sesti. Çaktırmadan şöyle bir bakayım diyordum ve şaşırıyordum ve aynı zamanda heyecanlanıyordum. Evet, o beni farketmemişti... Klinik Başkanımız Kudretli Hoca'mızdı o...Omuzlar birbirinden ayrılıp ferah koridora varınca o da beni görüyordu. Daha doğrusu ben ona  kendimi gösteriyordum. Sanki ''bakın hocam ben de buradayım'' der gibi...Eee, ne yapalım, asistanlıkta kendini beğendirmek, hocaya kabul ettirmek ve argo tabirle ''gözüne girmek'' kavramlarının tortusu demek ki beynimin bir yerlerinde hala tazeliğini korumaktaydı. Ne yapayım, hayatın olağan akışı hepimizi böyle bir yola sürüklemekte... Olsun, ne zararı var ki!
            Uzatmayalım... Kudretli Hoca'm beni görünce elini uzatıyordu ve ben de gövdemi mümkün olduğunca kendisinden uzak konumlandırmaya çalışıyordum. Zira tatlı sert disiplini ile adeta etrafında dokunulmaması gereken bir mıknatıs halesi oluşturmuştu yıllarca... Yani bir sınır çizgisi...Her asistan da bilirdi bu çizgiyi. Bir de ne göreyim, hocam beni kendine çekip yanaklarımı öpmez mi! İhtisasım boyunca hiçbir şekilde onun yanakları benim yanaklarıma değmemişti zira. Ama ''eniştem beni öpmüştü'' işte... Şaşırmayıp da ne yapayım! Bu bir hoş sürprizdi benim için. Kimse bıyık altında gülmesin, asistanın olağan hayatının dışındaki bir tatlı sürprizdi bu...Ayniyle vaki! Elimden tutup koltuklara yöneliyordu, yöneliyorduk... Oturduğumuzda ''seni burada görmek ne güzel, çok sevindim ve gurur duydum'' diyordu. İçimden de diyordum ki ''aman kelimeleri, cümleleri ölçülü seç, bir gaf yapma, temkinli ol!''
            Gözlerinin içine bakıp ''hocam bizi siz yetiştirip buralara getirdiniz. Elime bistüriyi siz verdiniz. Sizin eseriniziz'' diyordum. Vücut dilinden çok mutlu olduğunu görüyordum. Birkaç yıl önce emekliye ayrıldığını da biliyordum, ama veda gecesine gidememiştim Ankara'ya.
            Şairin o mısraları aklıma geliyordu... ''Ve senden bütün istediğim / Ümit dolu güneşli bir gün / Sevgi dolu bir kucaklayış / Değil kucaklayış, sonra da gidiş.''
            O kucaklayışı yapmıştı hocam... Hal hatır faslından sonra hemen koridorun ortasındaki kahve ikram masasına bakıyordum. ''Hocam ben kendime kapuçino ve pasta alacağım, siz ne emredersiniz'' diyordum. Hocam o nezaketini orada da gösteriyordu... ''Şekerim zahmet etme, sen niye getiresin, ben kendim alırım'' dediğinde ''hocam ne olur, müsaade edin ben getireyim'' diyordum. ''Peki, bana da aynısını getir o zaman'' diyordu. Getirip sehbaya koyduğumda omuzuma dokunuyordu kapuçino içerken... ''Sen asistanlığında da böyle terbiyeli ve mert bir çocuktun. Ketum  olduğunu çok iyi bildiğimden soruları hep sana verirdim daktiloya geçmen için. Ayrıca sınavla ilgil jüri dosyalarını da sana verirdim. Diğer üniversiteler götürüp hocalara imzalatıp getirirdin.''
            ''Hocam çok teşekkür ederim, bize hayat dersi de verirdiniz'' dediğimde bakışlarını koridorun öteki ucundaki gruba dikiyordu ve haliyle benim gözlerim de orayı taramaktaydı.

            Evet, ayakta hararetle sohbet eden 6-7 kişiyi görüyordum ve yüzleri de bize dönüktü, yani birbirimizin görüş açıları ve alanları içerisindeydik. ''Hocam bizi buralara siz taşıdınız'' şeklindeki cümlem ruhunu okşamıştı belli ki... Sağ eli ile bizim o eski asistan grubunu gösteriyordu, yani yakta sohbet eden ve yüzleri bize dönük olan o grubu...''Herkes senin gibi vefalı mı? Baksana bizim ağalara! Burunları büyüdü, adlarının önü kalabalıklaştı ya! Baksana beni görmezlikten geliyorlar!''
            Gergindi, biraz yumuşatmak istemiştim. Üzüntüsü jest ve mimiklerine yansımıştı. ''Hocam koyu bir sohbete daldıkları için belki bizi görmüyorlardır'' diyordum, ama o da bunun zevahiri kurtarma ve bir nevi başkalarının avukatlığını üstlenme olduğunun farkındaydı. Sesinin tonunu sertleştiriyordu...''Olur mu şekerim! Asistanlıklarında çevremde pervane olan insanları bilmez miyim! Baksana ağalara, nasıl olsa çulları sudan çıktı!''
            O söz çok güzeldir... ''Ne bahçende gül kaldı, ne gönlünde ihtiras.'' Yorum yapmaya yeltenmek haddi aşmak olurdu elbette. Yani yılların profesörü her asistanın ciğerini bilmez miydi! Mesela benim ciğerimi ezberlemişti...Kahvelerimizi bitiriyorduk ki ellerinin titremekte olduğunu görüyordum, elbette gerginlikten. Bu sırada ikinci oturumun zili de çalmaktaydı. O anda içimden geçen o sözü söyleyip söylememe konusundaki kararsızlığıma son veriyordum. ''Hocam haddimi aşarsam bağışlayın, aklıma güzel bir söz geldi. İyi niyetinize sığınarak söyleyebilir miyim?''
            Tebessüm ediyordu...''Elbette, söyle!''
            Şöyle diyordum... ''İkbal zamanlarında insanın etrafı kalabalık olur, dost meclisi sanılır onlar. Gerçek dostlar ise ikbal günleri sona erdikten sonra insanın etrafında olanlardır!''
            Elini omuzuma koyuyordu... ''Ne diyebilirim ki! O kadar güzel özetledin ki! Ama nerden bilesin, hani insanın karası içindedir derler ya!'' Ve zil çalarken biz de beraber salona giriyorduk ve yan yana oturup oturumu izliyorduk.