O yüksek rakımlı tepede, o sık ormanda gecenin o saatinde uzaktan yaklaşan o ışıkları görüyorduk. Hani dediğim gibi vesvese bulaşıcı bir hastalık gibidir. Hücreden hücreye o uğursuz mesaj iletilir ve domino taşları misali bütün yapılar birbirinden etkilenir. Karanlıkta yol alırken uzaktan gördüğünüz her karartıyı ya bir yabani hayvana, ya da size zarar verebilecek bir hayduta, bir eşkiyaya, bir hırsıza, bir yankesiciye benzetirsiniz. Beyin, duyular ve sinir sisteminiz hep olumsuz ögeler oluşturur, hep korku üretir. Bu bir refleksi algılamadır ve önüne geçmekte zorlanırsınız.

            Uzatmayalım, ben de o sırada ayağa kalkıp seslerin ve hareketli ışıkların geldiği tarafa tedirgin gözlerle bakmaktaydım. Daha doğrusu üçümüzün bakışları da o tarafı taramaktaydı, bakışlar bir noktaya yönelmişti ister istemez. Birden geceyi bölen o hareketli dört ışığın durduğunu görüyorduk ve konuşmalar işitiliyordu. Zira o taraftan bize doğru esen rüzgar sesleri bize taşıyordu. Aramızda takriben yüz metrelik bir mesafe vardı. Biraz sonra bize doğru gelmeye başladıklarında o ayışığında o gelenleri seçmeye başlamıştık. Evet onlar bildiğimiz insanlardandı. Bisikletli dört genç duruyordu karşımızda...

            ''O da ne?'' şeklindeki sorunun rahatlatan cevabını almış oluyorduk. Karşımızda bisikletli ve de sempatik dört genci görünce rahatlamıştık. Hiç de eşkiyaya benzemiyorlardı. Oturup tanışıyoruz. Görünüşlerinden, vücut dillerinden ''mürekkep yalamış'' sınıfına ait olabileceklerini düşünüyorum ve bu düşüncemde de yanılmadığımı anlıyorum. Uzun saçlı olanı arkadaşlarını tanıtıyor. ''Bu Semih, elektronik mühendisi. Bu Arda, elektronik mühendisi. Bu arkadaşımız da Cemil, biyolog kendisi. Ama o bir doğa aşığı ve bu ekibi o kurdu desem yeridir. Ben de beden Beden Eğitimi Öğretmeni Uzay...'' Ben de bizim grubu tanıştırıyorum. Uzay belli ki espri yönü kuvvetli bir arkadaş. Tebessüm ederek Cemil'i işaret ediyor... ''O bir dernek üyesi ve dediğim gibi doğa sevgisini ve aşkını o aşıladı bize!'' Cemil tevazu gösteriyor ve sağ elini yelpaze gibi kullanıyor... ''Estağfurullah!''

            ''Ne derneği?'' diye soruyorum merakla.

            Yine tebessümle cevap veriyor... ''Belki ilk defa duyuyorsunuzdur, o Mağara Sevenler Derneği'nin kurucularından...''

            Bakıyorum ki Oğuz bıyık altından gülmekte. ''İlk defa duyuyorum böyle bir derneği...'' Ben söze giriyorum... ''Bakın, bu derneğin adını ben taa otuz sene önce duymuştum. Bir hoş anımı da tetiklemiş oldunuz!'' Israr ediyorlar... ''Anlatırsanız memnun oluruz!'' Başımı sallıyorum... ''Kafanız şişmezse anlatayım. İbni Sina'da asistanım. Birkaç kişilik stajyer intörn grubu var. Hocamız da rahmetli Prof. Dr. Yusuf Ziya Müftüğolu. Dilim varmıyor böyle hayat dolu bir insana rahmetli demeye. Neyse, sabah vizitini intörnlerle yapıyorum ve hocayı bekliyoruz. Ama öğrencilerden birisi biraz sallapati. Hep geç geliyor. O gün de vizite başlayacağız ve bakıyorum ki o çocuk yine yok. Hocaya ne diyeceğim diye kafamda hesap yapıyorum. Tam vizite başladık, ikinci koğuşa giriyoruz. Hoca tam da onun yokluğunun farkına varıp bana onu sorarken o öğrenci de korodorun başından aheste aheste bize doğru gelmez mi! Gelince hoca soruyordu: 'Evladım sen hep geç geliyorsun, bak doktor olacaksın, nerede kaldın bu saatte?' Çocuk başını öne eğip boynunu kaşıyordu... 'Hocam bizim derneğin toplantısı vardı, o yüzden geç kaldım, özür dilerim!' Belli ki hoca bunu siyasi bir dernek olarak anlamıştı. 'Evladım doktor olacak adamın siyasi dernekte işi ne!' diyordu. İntörn mahcup bir şekilde cevap veriyordu: 'Yok hocam siyasi bir dernek değil!' Hoca kızarmıştı... 'Ya ne derneği?' diye soruyordu. 'Hocam ben Mağara Sevenler Derneği'nin yönetim kurulundayım' demez mi! Hoca kızmıştı... 'Evladım doktor olacak adamın mağarada ne iş olabilir!' Sonra bana dönüyordu hocamız... 'Bu adam sana emanet, seni sorumlu tutarım!' Ve bir vizit böylece sona eriyordu. Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş!''

            Herkes gülüyor.Cemil'e dönüyorum... ''Alınmadınız değil mi? Saygım var, ben sadece hocanın bakış açısını yansıttım!'' Laf lafı açıyor. Saatime bakıyorum, gecenin ikisi olmuş. Uzay'a dönüyorum... ''Siz de çadırları şuraya kurun isterseniz, komşu olalım!'' Ve bisikletlerin arkasından çadırlarını ve uyku tulumlarını çıkarıp pratik bir şekilde kuruyorlar. Uzay bir sepet yumurta getiriyor. ''Bunları pişirelim. Kölüler verdi'' diyor ve başlıyor anlatmaya...''

            ''Birkaç yıldır Anadoluyu geziyoruz bisikletle, ama doğuya hiç gelmemiştik. Hep korkardık, terör ve alt yapı yokluğundan. Bu ilk gelişimiz, ne yalan söyleyeyim bu misafirperverlik karşısında ne diyebileceğimi bilemiyorum. Bundan sonra her yaz geleceğiz, kararlıyız!''

            Gözleri ışıl ışıldı bunları anlatırken .

            Söze giriyorum... ''Yani bilmediğiniz bir dünyanın eşiğine adım attınız desenize!''

            ''O eşikten içeri girdik ve güzel bir dünya keşfettik. İyi ki ettik.''