Yani kültürümüzde bize hep şu düşünce aşılanmıştır: ''Her doğru her yerde söylenmez evladım. Boğaz dediğin dokuz boğumdur, aklına gelen her şeyi her yerde söyleme!'' Veya şöyle de nasihat edilir: ''Mecliste arif ol, kelamı dinle... El iki söylerse sen birin söyle!''
            Halk arasında da şu tekerleme oldukça revaçtadır: ''Ağır ol, molla desinler!'' 
            Bu özdeyişler elbette asırların süzgecinden geçerek ve feraset fırınında pişerek ve kıvam alarak günümüze gelmiştir ve saygıyı da hak etmektedir. Ancak bir de ''ifrat'' ve ''tefrit'' denilen kavramlar vardır ya... Yani bir düşünceyi ifade ederken veya bir insanı tanımlaarken aşırıya kaçmayınız şeklinde öğüt demektir. Zira o kutlu söz rehberimiz değil mi? ''Zanda ileri gitmeyin, zira  zannın bir kısmı günahtır!'' Veya çekiştirme konusunda da o kutlu söz rehber değil midir? ''Ölü kardeşinizin etini yemek ister misiniz?'' Ne müthiş bir uyarı değil mi?
            Şimdi diyeceksinizdir ki ''böyle uzun bir girişi neden yapıyor acaba?'' Şunun için: Yanlışlara ''yanlış'' demeyelim mi? Toplumda haddini aşıp da başkasının hakkına tecavüz ederek vahşi kapitalizmin çocuğu olan ''ben merkezli'' insanlara bir şey söylemeyelim mi? Elbette söyleyeceğiz, ama o ölçüyü kaçırmadan ve o kişinin gerçek ismi yerine ''takma isim'' kullanarak... Yani zamanında ''halının altına süpürdüklerimden'' bazı kesitler sunma niyetindeyim, ama niyetim halis... O günler yaşandı ve gitti.
            Kötü niyetli, bencil, çıkarcı insanları anlatmayalım mı? Elbette anlatacağız, zira kırılan kol yen içinde kalmamalı bazı durumlarda... O meşrepteki inasanları çevreye anlatmak gerektiğine inanıyorum. Diyelim ki böyle bir insan bir makama getirilecek ve o konuda da bana, benim vicdanıma müracaat ediliyor. Hani ''mevtayı nasıl bilirdiniz'' misali... Şimdi burada ben de o kötü insan için ''evet iyidir, karakter abidesidir'' desem bana görüş soran o yetkiliyi yanlış bir tercihe yönlendirmiş olmaz mıyım? Yani hakkında görüş sorulan o insan için dürüstçe şunu demek gerekmez mi? ''Yok efendim, bu adam size göre değil, adam sahtekarın biri!''
            Şair boşuna demiyor ya...
            ''Şudur benim dünyada en beğendiğim meslek,
            Sözün odun gibi olsun, hakikat olsun tek!''
            Hani bazı insanlar vardır, konuşur da konuşur. Bir bakarsın ki merkeze kendisini koymuş ve benlik duygusu tavan yapmış, gidiyor...Sen susarsın edebinden, cevap vermeye bile gerek görmezsin, ama gel gör ki susman ''acizlik, zavallılık'' olarak algılanabilir. Hani o anda içimden şöyle derim: ''İki türlü cevap vardır; birincisi ikna edici cevap... İkincisi ise susturucu cevap... Gel sen buna susturucu cevap ver de rengi biraz kıpkırmızı olsun, çünkü bunun meşrebi bunu kaldırır!''
            Birisi vardı, kendisi gelmeden cemaziyel evveli gelmişti. Klinik sorumlusu da benim... Hani kliniğe bir alet, bir cihaz alınacağı zaman istemi de benim yapmam lazım haliyle. Yani yönetmelik böyle diyor. Kliniğimizde üreter ve mesane taşlarını kırmak için kullandığımız ''pnömatik litotriptör'' diye adlandırdığımız bir cihaz bu. İyi kötü işimizi görüyor. Poliklnikteyim, birisi geldi, pat diye girdi hastaların arasından. Kendini tanıtıyordu: ''Ben Pitoreks Medikal'den Ahmet...'' Ve  endoskopik litotriptör cihazını tanıtmaya geldiğini söylüyordu. Epey zaman alıcı bir tanıtım olacaktı elbette. Nazikçe şöyle diyordum: ''Bekleyen epey hasta var, sanırım saat dörtte bitiririm, o saatte geliniz.'' Ve dediğim saatte gelip cihazını tanıtmaya başlıyor: ''Üreter ve mesane taaşlarını kıran bir cihaz. İki çeşit fonksiyonu var, hem pnömatik yöntemle, hem de ultrasonik yöntemle çalışıyor. Sorumlu sizmişsiniz. Doktor Ebuzittin ile konuştum, alalımdiyor, ama istemi sizin yapmanız gerekiyormuş.''  Şöyle diyordum: ''Cihazınızı çok beğendim, keşke elimizde o cihaz olmasaydı. Hemen işlem yapardım, ama ne yazık ki istem yapmam mümkün değil!'' Etkili bir ifade tarzı ile atılıyordu temsilci. ''Olsun hocam, fazla mal göz mü çıkarır, bunu da alsanız.'' Kolumdaki saati gösteriyordum: ''Yani diyorsunuz ki sol kolunuzda saat var, ama bir saat da sağ kolunuzda olsun, bir ona, bir de ötekine bakarsınız!'' Yutkunuyordu: ''Doktor Ebuzittin Bey istiyor, şayet siz istem yapmazsanız o istem yapacak.'' İçimden de şöyle diyordum: ''Galiba yol yordam bilmiyor.''
            Aradan birkaç gün geçiyor, ameliyata giriyorum o gün. Bir de ne göreyim! Doktor Ebuzittin ile o firma temsilcisi de ameliyathaneden çıkmaktalar. Yani göz göze gelmiştik. İçeri girdiğimde ameliyathane sorumlusu hemşireye soruyordum: ''Bugün benim günüm, onlar ne yaptı, çıktıklarını gördüm?''  Şöyle diyordu: ''Sabah erkenden bir mesane taşı vakası aldı, o cihazı firma getirmiş, denediler!'' Mesele anlaşılmıştı. Ertesi gün poliklinik yapıyorum, bir baktım ki memurumuz bir kağıt uzatıyor, imzalamam için... Şaşırmıştım... ''Bir dakika! Okuyayım, neyin nesi bakayım. Öyle her evrağa imza atılır mı?'' Bir de ne göreyim, o cihazın alımına çıkılmış, Ebuzittin imzalamış bile. Bana da imzalamam için gönderilmiş!'' Kalemi çıkardım cebimden ve o evrağa sağlı sollu kocaman iki çizgi çektim, yani devasa bir çapraz işareti. ''İşte imzaladım, buyurun satınalma bölümüne götürün! Ben asla izin vermeyeceğim bu alım işine!''
            Yanlış hesap Bağdat'tan dönmüştü. Ve hastanenin cihaz çöplüğüne dönmesine engel olmuştum. O cihaz da alınmadı sonunda...
            Sahiden bakın şimdi geldi aklıma... Hani bu alım hikayesini bütün boyutları ile yazacaktım, ama bazı hususları istemeyerek de olsa halının altına süpürüyorum. Görüp işittiklerimin hepsini yazmayayım, evet yazmayayım... Yazsam da insanlar için bir uyarı mı olacak? Bundan ders mi çıkarılacak? Meşrep mi değişecek? İnsan neyse odur, musalla taşına kadar bu böyle devam eder. Biz de orada mecburen ''merhumu iyi bilirdik'' deriz. Gel de Ziya Paşa'ya hak verme... Ne diyor?
            ''Bed asla necabet mi verir hiç üniforma!
            Zerduz palan vursan eşek yine eşektir!''