O öğle vaktinde karnım açlıktan adeta zil çalmaktaydı ve parkın karşısındaki o lokantada karnımı doyurmak için adımlarımı hızlandırmıştım. Hani insan açken adeta hedefe kilitlenir ve çevre ile de bir nevi bağını koparır, ilgilenmez. Başkalarını bilmem, ama ben böyleyimdir.

            O parktan geçerken tiz bir metal sesi ile başımı kaldırdığımda yere bağdaş kurup oturmakta olan bir çocuk dikkatimi çekmekteydi. Çimenlerin üzerine serdiği gazete üzerinde simit, ekmek, biraz peynir vardı ve siyaha dönmüş tırnakları ile peyniri ekmeğin arasına doldurup karnını doyurma telaşındaydı. Yanına yaklaştığımda gözlerini bana dikip tebessüm ederek ayakkabılarıma bakıyordu...''Abi boyayayım mı?''

            Gülüyordum... ''Kerata, amca deseydin boyatmayacaktım, madem abi dedin boyatacağım!''

            Elindeki ayakkabı çekeceği ile boyacı sandığına vuruyordu bir yandan da...Yemeğini bırakıp ayağa kalktığında sandığına çekidüzen vermekteydi. Oniki onüç yaşlarında göstermekteydi.

            ''Çocuk, karnım aç, şu karşıdaki lokantada karnımı doyurduktan sonra sana boyatacağım, söz'' dediğimde sevindiğini görüyordum. Sıfır numaraya vurulmuş saçları, kepçe tarzındaki kulaklarını iyice ortaya çıkarmaktaydı. Ayaklarındaki lastik ayakkabıların üzerinden sarkan pantolonunu sık sık yukarı çektiğinde kemerini görmüştüm. Evet, kemer yerine bağladığı beyaz ipliğin iki ucunu önden düğüm yapmıştı. O kemerimsinin iki ucu da önden sallanmaktaydı. Ben de sanıyordum ki beline ve ayakkabılarına dikkatlice baktığımdan haberi yok... Meğer bu durumdan mahcup olmuş olacak ki sırtını bana dönüp kemerini iyice sıkılıyordu. Benzi solmuş bu çocuğun bütün parmaklarının ucu ve tırnakları siyahi renk almıştı... O anda aklıma ilkokul sıralarında okumuş olduğum o okuma parçası gelmişti. Hayal meyal de olsa hatırlıyordum. Ünlü edebiyatçılarımızdan birisi, Şam bizden çıktıktan sonra o topraklara gidiyordu. Şam'da ayakkabılarını boyatıyor ve çocuğa parasını verirken boyacı çocuğun Türkçe konuştuğunu görüyor ve gözyaşlarını tutamıyor. Bu çocuğun da omuzunda taşımakta olduğu tahta sandık adeta o çelimsiz vücudunun dengesini bozuyordu desem yeridir.

            Ve lokantaya varıyordum. Vitrinde dönüp kızarmakta olan o tavukları gözüme kestirmiştim. Garsona ''tavuk lütfen'' derken bir yandan da ağzımın sulandığını ondan gizleme telaşındaydım.

            Lokantada yüzüm kapıya dönüktü ve karşıki parkı da gözlüyordum. Biraz sonra boyacı sandığını omuzlamış bir çocuğun vitrinde kızaran tavuklara bakıp birkaç adım atarak uzaklaştığını, fakat tekrar gelerek bakmaya devam ettiğini görüyordum. Hani aç bir insanın yiyeceğe bakarken takındığı vücut dilini az çok çözebilme yeteneği de bende biraz olsun gelişmiş olduğu için ister istemez etkilenmiştim. İçimden de şöyle diyordum... ''Benim boyacı Mahsun olmasın bu çocuk!'' Çünkü adını öğrenmiştim. Dayanamayıp vitrine doğru yöneliyordum. Evet, bu çocuk Mahsun idi... Demek ki parktaki atıştırmalıklar açlığını bastırmaya yetmemiş diye düşünmden edemiyordum o an. Beni görünce arkasını dönüp birkaç adım uzaaklaşıyordu. Gururu kırıldı galiba diye düşünüyordum. Masama oturup garsonu çağırıyorum. ''Kızaran tavuklara bakan şu çocuğa da tavuktan paket yapar mısınız, parasını ben ödeyeceyim!'' O an içim rahatlıyor ve sulanan gözlerimi de siliyorum. ''Tamam abi'' diyor garson ve yemeğim geldiğinde yemeye başlıyorum, ama dikkatim ve bakışlarım da boyacı çocuğun hareketlerini taramakta...Adeta onu gözhapsine almışım... Biraz sonra garson paketi çocuğa götürdüğünde almak istemediğini görüyorum. Anlıyorum, aç olduğu halde gururu ona ''tokum'' dedirtmekte... Dayanamayıp oraya gidiyorum... ''Mahsun istersen gel beraber yiyelim, gelmezsen bunu al. Bak sen yemezsen benim de boğazımdan geçmez. Utanma çocuğum, al!'' dediğimde alıp etrafa bakınıyor ve yürüyüp banka oturuyor ve bir güzel yemeye başlıyor. Ben de mutlu oluyorum.

            Yemeyim bittiğinde parkta oturan Mahsun'un yanına gidiyorum. Maksadım onun hayat hikayesini bir nebze de olsa dinlemek. Yani hayatına dokunmak istiyorum.

            ''Mahsun kaç kardeşsiniz?''

             Başını öne eğip bakışlarını kaçırıyor... ''Dokuz kardeşiz'' diyor.

            ''Anan baban hayatta mı?''

 

            Kısık bir sesle cevap veriyor...''Babam öldü, biz de buraya göç ettik. Anam da evlere çamaşır yıkamaya gidiyor ve ara sıra da temizliğe giderek bize bakmaya çalışıyor. Diğer abilerim de orda burda çalışıyor!''

            Ve bakıyorum ki gözlerinden de yaşlar akmakta... O an o şiir aklıma geliyor...

            ''Söyle bana

              Gülümseyen çocuk,

              Söyle bana...

               Hoşlandığın mazi nedir?''

              Ama bu çocuk keşke gülümseseydi... Gözlerinden yaşlar akmakta...

               Ne hayatlar varmış farkına varamadığımız...