O andaki ruh halimi ancak böyle tarif edebilirim. Gerçekten sisli düşünceler içindeydim. Uzun ince, sonu belli olmayan bir yola girilmesine vesile olmuştum. Hatır kıramama kavramı birçoğumuzu istemeye istemeye bir yola kanalize eder ve biz de bunu kabul etmek zorunda kalırız.
            Şöyle ifade edeyim: Karşımda hatır gönülden oluşan bir okyanus dalgası var ve bu dev dalgalar üzerime üzerime geliyor. Bu dalgalara karşı kulaç atmayı gönül köprüm istemiyor. Hani onlara karşı inadına yüzmeye çalışsam hayatın olağan akışına karşı bir tavır takınmış olurum.
            Karşımdaki Emir ile aramızda bir gönül köprüsü oluşmuştu ve inanıyorum ki benden ona böyle bir ''ince işte'' elçi olma isteyi gitseydi hiçtereddüt etmeden kabul ederdi. ''Başımla beraber'' diyeceğinden o kadar eminim yani.
            Hayır deme gibi bir seçeneğim yoktu ve dibi belli olmayan bir kuyuya taş atmam isteniyordu; ben de kendimi buna mecbur hissediyordum. Hani hayra vesile olacaktım, belki de göle
bir hayırlı maya çalacaktım. Ya tutarsa... Kendimi Elif'in dayısı olarak tanıtma, karşı tarafı aldatma olarak algılanacaktı, ama ortada da ''hayırlı iş'' vardı.
            Telefonu kaldırmadan önce Emir'e işaret ediyorum: ''Kağıdı kalemi hazırla, karşı tarafın verdiği adresi ben yüksek sesle tekrarlayacağım ve sen de anfide not tutar gibi hemen yazacaksın.'' Ve derin bir nefes alıp numarayı çeviriyorum. Elif'i isteğince santral memuru mecburen ''neyi oluyorsunuz'' diye soruyor ve ben de ''dayısıyım'' dediğimde yurt odasını bağlıyor. Karşıma genç bir kız çıktığında nabız atışlarım hızlanıyor. Zira renk vermemeliyim ve seri konuşmalıyım. ''Buyurun efendim'' diyor. Gayet naifçe ve nazikçe kendimi tanıtıyorum. ''Elif'in dayısıyım, Fransa'dan geldim. Yeğenimi uzun zamandır göremiyorum, özledim. Epey zamandır anne ve babası ile ufak bir kırgınlığımız vardı. Kendisi ile konuşmak istiyorum'' dediğimde arkadaşı hitap tarzımdan tatmin olmuş oluyor. ''Efendim o da sizden bahsederdi, fakat iki gün önce memleketine gitti'' diyor. Şimdi ne desem diye düşünüyorum. Hani karşı taraf demez mi bu nasıl dayı ki adreslerini bile bilmiyor. Kıvrak bir manevra yapmak aklıma geliyor... ''Yıllardır görüşmediğimiz için şimdi nerede oturduklarını bile bilmiyorum. Adresini verebilirseniz gidip görmek istiyorum. Şu fani dünyada ölüm var, yitim var!'' Arkadaşı hiç tereddüt etmeden veriyor adresini. Bir taraftan da gözüm Emir'de. Elimle işaret ediyorum yazmaya hazır ol diye. Ve zoru başarıyorum ve bir güzel yazdırıyorum adresi. Telefonu kapattığımda derin bir nefes alıyorum ve Emir de ani bir hamle yapıp bana sarılıyor ve havaya kaldırıyor. Koltuğa oturuyoruz... ''Artık bundan sonrası senin maharetine kalmış'' dediğimde o da ''sen onu bana bırak, yarından tezi yok hemen otobüse atlıyorum ve evine gidiyorum. Resmen babasından isteyeceğim!''diyor.
            İnanamıyorum... ''Emir gerçekten böyle bir şeye nasıl cesaret edeceksin? Adamlar ya sana aşırı bir tepki verip kapıdan kovarlarsa!'' Ayağa kalkıyor... ''Harmana giren dirgene dayanır diye bir söz vardır bizim oralarda. Bana tabanca çekecek halleri yok ya! Edebimle çıkar gelirim!''
            Zafer kazanmış bir komutan edasıyla koltuğa oturmuştu ve elindeki adrese bakarak tebessüm ediyordu. Geleceğe ait pembe planlar yaptığı belliydi. Böyle durumlarda elbette mantık kısa bir süreliğine sinir sistemini terkeder ve işin içine duygusallık girerek bedeni esir alır. İnsan budur işte... Pembe bir romantizme kapılırsınız ve bulutlarda gezinirsiniz. O da bir süreliğine sessiz bir ormanda yürür gibi bir hale kapılmıştı. Belki de ben böyle değerlendiriyordum. 
            Derken sessizlik bütün o bekar evine yayılmıştı ve adeta duvarlarla yüzyüze gelmiştik. Bu sessizliği kar fırtınasının uluyan o sesi bozuyordu. O anda şöyle düşünmekteydim: ''Kim bilir içinde ne fırtınalar kopuyordur! Bırak bu rüya aleminde biraz oyalansın!'' İçimden de diyordum ki bir çay demleyeyim. O sırada telefon çalıyordu. Karşımdaki sese aşinaydım. Soğuk bir ifade tarzı ile başlıyordu söze... ''O haddini bilmez adam orada mı hala? Onunla görülecek hesabım var, hemen geliyorum!'' Telaşlanmıştım, üst kattaki komşumdu o... Aramızda sevgi ve saygıya dayalı bir komşuluk hukuku da oluşmuştu. ''Yılmaz abi kimden bahsediyorsun, sakin ol!'' Kısa bir sessizlik oluyor ve o devam ediyor: ''Hani seninle kalan o haddini bilmez arkadaşın... Lisedeki kızımı hergün okul yolunda rahatsız ediyormuş. Ayaklarını kıracağım o küstahın!'' Anlamıştım... ''Yılmaz abi ben onunla yapamayacağımı anladığımdan yollarımızı ayırdık. Aşağı yukarı üç aydır ayrıyız!'' Sakinleştiriyorum ve kapatıyorum. Emire de o konuyu anlatıyorum.
            Hani bir söz vardır: ''Hergün gezersin kırda, birgün uğrarsın kurda.'' o ev aarkadaşım da bütün uyarılarıma rağmen o hareket tarzından vazgeçmemişti ve sonunda kızın babasından da temiz bir dayak yemişti daha sonra...
           Neyse, biz Emir'e gelelim. Kim bilir yüreğinin o mahzenlerinde ve beyninin  o kıvrımlarında ne fırtınalar esiyordur diye düşünüyordum. Çayı getirdiğimde dudaaklarının titremesine hakim olamadığını seziyorum. !!Emir anlat da rahatla'' dediğimde arkasına yaslanıyor. ''Sence bu bir macera mı? Önsezilerine güvenirim biliyorsun...'' Emir biraz maceraperest bir yaratılışa sahip olduğundan o anda tereddüt ediyorum ve vereceğim cevabı beynimde tartıyorum. Bunun hüsranla sonuçlanma ihtimalinin ağır bastığını bilmez değilim, ama nasıl söylesem... Cesaretini kırmak ve moralini bozmak da istemiyorum. ''Feraset sahibi değilim, ince bir çizgi... Denemek ne kaybettirir ki! Göle çal bir maya... Kaderde varsa neden olmasın'' dediğimde tebessüm ediyor.
            Gecenin ilerlemiş saatinde gözkapaklarım başına buyruk çalışmaya başlıyor, ama gel gör ki Emir'de uyku namına bir belirti yok. Bir mahkum gibi küçük odayı arşınlayıp duruyor. O aslında bir mahkum...''Aşk mahkumu...'' Aslında bilmiyor ki Elif ondan uzak durmakla şu mesajı veriyor: ''Çalma sakın kapımı, kalbimin sahibi var.'' Ben bu gerçeği biliyorum ama her doğrunun her yerde söylenmemesi gerektiği tembih edilmiş bize...
            Ayağa kalkıyor ve bakışlarını bana yöneltiyor. ''Sence nasıl olur bu işin sonu?'' diye sorduğunda tebessüm ediyorum... ''Bak'' diyorum, ''gerçeği mi söyleyeyim, yoksa kulağına hoş gelen şeyleri mi söyleyeyim?'' Omuzuma dokunuyor... ''Yani diyorsun ki nabıza göre şerbet vermek istemiyorum.'' Başımla onaylıyorum... ''Hadi yatalım, zira el yattı gün battı. Kaderde ne varsa o olur.''
            Ve gecenin sessizliğine teslim oluyoruz. Ertesi gün Emir meçhule giden bir gemi gibi yola çıkıyor.