İki vadinin arasında akan o suya baktığımda dönüp sorular yöneltiyorum ''zaman''a... O klasik sorumu...

            ''Ben doğduğumda bu su yine böyle akıyor muydu?''

            Biliyorum, deli rüzgar gibi geçiyor zaman... Ama zaman bu suyun akış istikametini değiştirebildi mi acaba? Bu suda o zamanlar da alabalık var mıydı?

            Bu su bir nazlı gelin gibi mi akıyordu yine? Yoksa bendini yıkarcasına vahşi bir akış mı sergiliyordu? Şairin o sözü aklıma geliyor o an. Diyor ki bilmen gerekir hani...''Su iner yokuşlardan hep basamak basamak!''

            Tamam, tamam... Anladım...''Doğru diyorsun da'' diyorum, ''Benimse alın yazım yokuşlarda susamak!''

            Zaman itiraz ediyor... ''Madem beni deli rüzgara benzettin, benim suçum yok... Bu su kimi yerlerde düzlüklerden akıyor, kimi yerlerde de kayalardan aşağı süzülüyor. Bir nazlı gelin gibi. Git kendin bak inanmıyorsan!''

            Tebessüm ediyorum... ''Anladım deli zaman... Sen Şivraz Şelale'sinden bahsediyorsun. Yine beni anılara yolculuk yaptırmaya niyetin var!''

           Zamanın yüzü asılıyor... ''Bu suyun kaynağını hiç merak etmiş miydin?'' diye soruyor. Düşünüyorum o an... Yine anılarayolculuk...

           Evet, bir grup çocuktuk. Yayla'dan bir bahar zamanı çıkıp Ayıderesi'ne doğru yürümekteydik. Maksadımız angut, leylek ve turnaları görmekti. Baharın ilk müjdecisi olan çil sığırcıklar çoktan gelmişti gerçi. İçimizden bir ses bize adeta şöyle diyordu: ''Bu suyun doğduğu yere bir gidin! Sizde hiç mi merak yok. Senelerdir yüzdüğünüz bu suyun nereden doğduğunu hiç mi merak etmediniz! Yani biraz vefasızlık olmuyor mu?''

            ''Zaman'' diyorum, ''senin bu sitemlerinden de bıktım artık, tamam, gidiyoruz işte!Daha ne istiyorsun, köklerini arayan bir çocuk gibi gidiyoruz ya!'' Gerçekten de adını henüz bilmediğimiz o dağa kadar yürümüş ve nihayet suyun doğduğu yere varabilmiştik.

            Bu su her zaman taze bir gelin gibi nazlı nazlı akmaz elbette... Kimi zaman da kükremiş bir sel olup akmıştır elbette. Bir bahar günüydü. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu ve karşıdan suyu geçmek isteyen koyunları önüne katıp götürdüğünü bugünkü gibi hatırlıyorum.

            Yine de zmana haksızlık etmeyeyim. Çocukken bu çay bizim için bir deniz giibiydi. Hani deniyor ya... ''Daha deniz görmemiş bir çoban çocuğuyum. /Bu yerlerin eskiden aşinasıdır soyum!'' Biz de deniz görmemiş bir neslin çocukları olarak o çayda yüzerdik.''

            ''Tamam'' diyor zaman, ''Şivraz''a haksızlık ediyorsun. Sanki bilmiyorum da orada o gece o şelalenin altında balık tutup pişirdiğinizi!''

            Gülüyorum... ''Sahi iyi ki hatırlattın!''

            Evet, öyle...Grup halinde gidip gece vakti Şivraz'da balık tutup pişirdiğimizi zaman bana hatırlatıyor.

            Yani o suyun taşlarını çevirdiğini, o taşların da un öğüttüğü o değirmeni nasıl unuturum! Bir de Milo denilen bir balıkçımız vardı. Sonradan gerçek adının Mülazım olduğunu öğrendiğim o gariban balıkçı o pullu alabalıkları yakalayıp satarak geçimini sağlardı. Bir serpme ağı vardı. Biz ona ''tor'' derdik. Ağı güzelce iki kolunun ortasına yayar ve vücudunu bir balerin gibi sağa doğru yaylandırarak sonra sola meyil vererek ağı suya atardı. Ve sonra ağın ucunu yavaş yavaş kendine çekerdi. O anda heyecan dorukta olurdu.O çocuk halimizle hep tora bakardık. Hani bakışlar bir noktaya derler ya. Sonra Milo ağda çırpınan balıkları bir bir toplayıp yanında getirdiği kovaya atardı.

          Ve zamana veda...