O gün öğle yemeğini yerken bir yandan da saatime bakmaktaydım. Sanki zamana karşı bir yarış içindeydim. Sanki zaman denilen o soyut kavram kaçıyordu, onu yakalamak için acele etmem gerekiyordu. Sanki zaman tükenecekti veya birileri o kavramı harcayacaktı da bana bir şey kalmayacaktı. Bir an önce yemeğimi bitirip o güzel Mayıs gününde bir saatliğine de olsa kendimi kırlara atmalıydım; yorulan beynimi kelebeklerle, arılarla, çiçeklerin kokusuyla doldurmalıydım. Evet, sanki zaman avuçlarımdan uçup gidecekti de ben ondan mahrum kalacaktım.

            Mayıs ayı beni hep böyle cezbeder ve adeta ruhumu esir alır. Şair ne güzel söylemiş: ''Güneş pırıl pırıl gökte, / Kırlarda neşe kanat kanat, / Nasıl bakıyor ışıklar içinde / Çevremde bütün tabiat...''

            Bu düşüncelerle merdivenleri hızla iniyorum ve poliklinikteki dolabımdan ceketimi çıkarıp giymekteyim. Kapı da açık, kapatmamışım. Hani nasıl olsa çıkacağım ya! Evet, tam kapıdan çıkarken içeri girmekte olan o kişi ile burun buruna geliyordum. Sağ elim kapının kolunu kavramaktaydı. Kırklı yaşlardaki o erkeğin yüzüne bakıyordum, ama heykel gibi duruyordu öylece... Hani ben de bekliyordum ki önümden çekilsin de çıkıp kapıyı kapatayım. Baktım ki olacak gibi değil... ''Muayene olacaksanız 13.30 da gelin, hani şimdi malum öğle paydosu'' diyordum. O ise beni soruyordu bana, demek ki ilk defa karşılaşıyorduk. ''Evet, o kişi benim'' diyordum. Suratını asarak ''muayene olmayacağım, sizinle bir konuyu görüşmeye geldim'' diyordu. ''Tamam'' diyordum, ''şimdi çıkmam lazım, poliklinik saati geldiğinde gelin görüşelim!'' Fakat adam Deli Dumrul gibi köprüğü, pardon yolumu kesmekteydi resmen. Baktım ki olacak gibi değil, biraz tatlı sert bir ses tonu ile hitap ediyordum: ''Beyefendi, öğle istirahatim bu benim. Dediğim saatte gelin ne konuşacaksak konuşalım!'' O ise iki adım atıp odaya giriyordu, hem de nezaketsiz bir şekilde...

            ''Konuşmamız lazım, vaktim dar'' dediğinde belayı savuşturmak babında artık bir şey diyem

iyordum. Masaya oturmuştum. ''Söyleyin, ama uzun olmasın. Konu nedir'' dediğimde başlıyordu anlatmaya...''Ben iki yıl önce ameliyat ettiğiniz Irak'lı Abdi'nin kardeşiyim'' dediğinde hatırlamıştımira beni cepten birkaç defa aramıştı Abdi. Hatta son aradığındaki küstahlığını da hatırlamaktaydım.

            ''Evet, hatırladım, konu nedir?''

            ''Abim öldü, mezarı da Kerkük'te'' diyordu ve cep telefonunu bana uzatıyordu. ''Bu da mezarı, siz de böyle öleceksiniz!''

            Sinir sistemim alt üst olmuştu o güzel Mayıs gününde. ''Yani ben mi öldürmüşüm! Ameliyat masasında kalmış da oradan morga mı göndermişim! Ne demek istiyorsunuz?'' diyordum. Resmen beni tehdit ediyordu bu Irak'lı mülteci... Hem de benim ülkemde beni! Ayağa kalkıyordum, asabım bozulmuştu elbette. ''Ben abine sadece sistoskopi yapıp mesanesinden de biyopsi almıştım ve sonuç temiz gelmişti. Kanser falan da yoktu'' diyordum ve dolabımdan biyopsi raporunu, ameliyat epikrizini çıkarıp gösteriyordum. Hani derler ya ''tecrübe insanın yediği kazıkların toplamından ibarettir.'' Bu yüzden bu işin altından da bir Çapanoğlu çıkabilir düşüncesiyle ben de belgeleri ve ameliyat notumu dolabımda saklıyordum. Hani o kadar da saf değilim, feraset denilen kavram da bende az çok gelişmiştir. Nur yerine kir akıtan çeşme oluklarını da az çok tahmin edebilme yeteneği de bende biraz gelişmiştir. Hani ''yaşadıklarımdan öğrendiklerim'' vardır...

            Ayağa kalkıp bana yaklaşıyordu... ''Hayır, Kerkük'te götürdüğümüz doktor dedi ki kanser varmış, bıçak vurulunca vücuduna yayılmış ve o yüzden ölmüş abin!''

            Evet, ben kanserli bu hastaya bıçak vurmuşum da kanser vücuduma yayılmışmış! Mışmış! Demek ki bu batıl inanış sadece bizim ülkemize özgü değilmiş diye düşünüyordum o an...

            ''Bak, işte ameliyat raporu, işte de biyopsi sonucu... Kanserden bahsedilmiyor. Hem siz Ankara'da bir özel hastanede abinizi ameliyat ettirmiştiniz değil mi? Abdi telefonda öyle demişti. Kesilecek bir fatura varsa onlara kessenize! Ben ameliyat bile etmemişim!''

            İnsanın en cahili ikna olmayan, sabit fikrinde ısrar edendir derler ya...''Zaten o hastanede de o kadar masrafımız oldu ki'' diyordu ve masama bazı evraklar koyuyordu. ''İşte bu avukatın kağıtları. Sizi mahkemeye verdim!''

            Ses tonumu artırıyordum bu küstah karşısında...''Kardeşimverdiysen verdin, fazla uzatma! Kamburum yok ki korkayım! Çıkar mısın odamdan!''

            Küstahlığı iyice artıyordu... ''Davamı bir şartla geri çekerim, avukatım da böyle düşünüyor!''

            ''Neymiş o? Sen bana şantaj mı yapıyorsun!''

            Ağzındaki baklayı çıkarıyordu: ''Altı bin dolar verirsen hemen şimdi, davamı çekerim!''

            Sağ elimi uyarı mahiyetinde kendisine uzatıyordum... ''Sen çek senet mafyası gibi benden para sızdırmaya geldin demek ki! Benim ülkemde beni tehdit ediyorsun küstah adam! Bak elimden bir kaza çıkmadan defol odamdan terbiyesiz adam! Yoksa polis çağıracağım! Bana şantaj yapıyorsun benim makammda! Defol!''

            Ve o sırada sesimi duyan güvenlik görevlilerimiz gelip adamı(!) uzaklaştırıyordu... ''Bu adamı hastane dışına çıkarın arkadaşlar, bana zarar verebilir'' diyordum.

            Hani halk arasında bu durumlarda o özlü söz söylenir... ''Baksana, dağdaki gelmiş bağdakini kovuyor!'' Elbette mülteci de olsa onun da hakkını korumasına saygımız vardır, ama şantaj yapma şeklindeki davranış tarzı elbette ahlakla bağdaşmaz...

            Uzatmayalım... Peki bu Irak'lı beni mahkemeye verdi mi? Evet verdi. Biz de belgelerimizi ortaya koyduk ve lüzümu muhakeme verilmedi ve olay da kapandı.

            Hep şunu söylerim yemek borumu, gırtlağımı işaret ederek... ''Buradan haram geçmedi ki korkayım! Sarımsak yemedim ki nefesim koksun!''