Bir defasında bir hastam polikliniğin o kalabalıklığında şunu söylüyordu: ''Her hafta yazılarınızı okuyorum, bu tempoda nereden vakit bulup her hafta düzenli olarak yazabiliyorsunuz? Tebessüm ederek cevaplıyordum: ''Bence insan isterse vakit oluşturabilir. Ayrıca her insan başlı başına bir yazı konusudur diye düşünmüşümdür hep...''

Anlamamıştı... ''Nasıl yani?''

''Nasılı var mı? Yeter ki bir gözlemci olarak yaklaşın. Hastanın vücut dilini okumak için çaba sarfetmeye gayret edin. İstesem sizinle olan diyaloğumdan akşam, o haftaki köşe yazımı çıkarabilirim.'' Ve birkaç dakikalık konuşmadan sonra epey malzeme çıkmıştı ve uzun bir yazı kaleme almıştım.

Bir hastam gelmişti ve karşımda adeta hazırol vaziyetinde duruyordu ve vücut dilinden de hayli tedirgin olduğunu gözlemleyebiliyordum. Sağ elimle karşıdaki koltuğu gösteriyordum... ''Buyurun oturun, bu koltuk oturmanız için oraya konulmuş. Ayakta durmanızdan rahatsız oluyorum, lütfen oturun.'' Hastam bir bana baktı, bir de koltuğa ve oturabildi. Ama iğreti bir halde koltuğa ''iliştiğini'' görüyordum. Buna oturma denilemezdi. ''Yazlıkcıyım, İstanbul'da oturuyorum. Orada böyle alışmışız. Oturma alışkanlığı yerleşmemiş demek ki...'' diyordu. ''Sanırım orada poliklinikler çok kalabalık olduğu için hastalara mecburen fazla vakit ayrılamamasından kaynaklanıyordur' diyordum. Şikayetlerini soruyordum, ama yine de o tedirginliğinin devam etmekte olduğunu gözlemliyordum. Ve onu rahaatlatmak için o fıkrayı anlatıyordum...

''Temel doktora gider, doktor sorar: 'Buyurun efendim, rahatsızlığınız nedir?' Temel atılır: 'Onu da ben mi söyleyeceğim doktor... On yıl okumuşsun, onu da sen söyle artık...''

Anlatılacak o kadar konu ve mizahi davranış şekli var ki... Hastam rahatlamıştı ve poliklinikte mizahi bir olayı anlatmam ona sıradışı gelmişti demek ki... ''Yani mahkeme suratlı mı olalım, tebessüm parayla mı'' diyordum.

Bir meslektaşımın anılarını okuyordum. Birbirinden güzel fıkralar insanın ruh dünyasında sam yeli estiriyor adeta. İşte onlardan biri...Adam doktora gider. Doktor tüm muayeneleri, laboratuvar araştırmalarını tamamladıktan sonra teşhisini açıklar:

''Efendim sizde vitamin eksikliği var. Özellikle B12 vitamini almanız gerekiyor'' der ve reçetesini yazıp bir ay sonra kontrole gelmesini söyler.  Adam geldiğinde doktor sorar: ''Şimdi nasılsınız? Tedaviyi uyguladınız mı?''

''Uyguladım da doktor, B12 bulamadım, onun yerine iki kutu B6 vitamini kullandım...''

Özellikle Karadeniz kökenli hastalarım bir kahkaha makinesidir adeta. Sevdiğim bir hastam akşam telefon ediyordu... ''Hocam yarın yerinde misin, bir arkadaşım var da yarın getireceğim.''

''Tamam getir, sabah erkenden kaydolun.''

''Geçen gün gönderdiğim propolisleri bitirdin mi? Aman kullanın, getiriyorum ki kovide yakalanmayasınız!''

Duygulanmıştım beni düşünmesinden. ''Yok bir kutu bitti, bir kutu daha var.''

Ve sabahleyin polikliniğe geliyor ve arkadaşını da tanıtıyor. Muayene ediyorum, tetkiklerine bakıyorum. Dış merkezde yaptırdığı ultrasonografiye bakıyorum. Böbrek kisti var, ama hasta çok tedirgin ve galiba ''çok bilen'' o malum komşusu engin bilgisi ile kendisini aydınlatmış. Bu kistin önemsiz olduğunu, üzerinde durulmaması gerektiğini, sadece yılda bir ultrasonografi çekilmesinin yeterli olduğunu anlatıyorum, ama ikna olduğu yok. Habire aynı soruları soruyor, ben de bozuk plak gibi aynı cümleleri tekrarlıyorum. Baktım ki olacağı yok... İçimden de diyorum ki ''anladığı dilden konuş...''  Ve ayağa kalkıp hastaya yaklaşıyorum, etkileyici bir ses tonu ile o bilimsel(!) cümleyi kuruyorum: ''Mala davara da zararı yok, sana da zararı yok!'' Gözlerinden yaşlar boşanırcasına gülüyor ikisi de... Masama tekrar propolisleri bırakıp veda ediyorlar.

Ya o fıkraya ne demeli...

Temel doktora gitmiş ve başlamış anlatmaya:

"Ah doktor çok hastayım. Vücudumun her yeri ağrılar içinde. Adeta dökülüyorum..."

Doktor ilgiyle soruyor: ''Nasıl bir hastalık? Vücudunu saran ağrılar nasıl oluşuyor, tarif eder misin?''

''Doktorcuğum nereme dokunsam orası ağrıyor'' deyip başına, göğsüne, karnına dokunmaya başlıyor. Gerçekten de parmağıyla neresine dokunsa bir ağrı oluşmakta ve irkilmektedir.

Doktor daha fazla dayanamaz... ''Ver bakalım şu elini'' der ve teşhisini koyar:

''Oğlum senin parmağın kırık!''