O tandır evinden çıkarken gölgeler oldukça uzamıştı ve ben bir yandan da saatime bakıyordum. Hani Burhan'a söz vermiştim ve Karlıilçe Meydanı'nda buluşacaktık. Bakalım da bir kurtuluş yolu arayacaktım. Ne gibi? Söyleyeyim, beni evinde misafir etmek arzusundaydı, ama ben de ya bir otelde, ya da Öğretmen Evi'nde kalma arzusundaydım. Sevmediğim bir huyum vardır, iyi mi, kötü mü, ben de bilemiyorum.... Birisinin evinde rahat edemiyorum işte... Bakalım ki ileri sürmeyi düşündüğüm bahaneler ile Burhan'ı ikna edebilecek miyim! Bir yandan da şunu düşünmeden edemiyorum: Acaba şöyle düşünür mü? ''Bizim fakirhaneyi beğenmedi bak, görüyor musun! Civciv yumurtadan çıkmış da kabuğunu beğenmiyor!'' Bu düşünceyi de hiç yabana atmıyorum yani... Hani şuyu u vukuundan beter derler ya... Bu etiket yakama yapışırsa uğraş ki düzeltesin.

Neyse... Mahalle arasındaki o dar yolda ilerlerken bir yandan da hatıralarımın sindiği o evlere bakmadan edemiyorum. Deyim yerindeyse taş üstüne taş konulmamış. Hani belki de Kültür Bakanlığı buraları koruma altına almıştır(!) diye tebessüm ediyorum. Safranbolu Evleri örneğinde olduğu gibi(!)... Ve adımlarımı hızlandırırken karanlık da ha geldim, ha geliyorum diyor. Buralarda  da köpek beslemek sanki vazgeçilmez bir hayat tarzı... Bir yandan da o korku var içimde. Uzaktan o okulu görüyorum. Tiren istasyonuna çok yakın olan mavimsi ve tek katlı o şirin bina... Evet işte orada... Duygusallığım benliğimi esir alıyor o anda ve sevdiğim o şiiri mırıldanıyorum.

''Gün batmak üzere dal uçlarından...

Eski bir şamdanda eriyen bu nur.

Çırpınışlarla, her akşamüstü

Başka bir renk alır... Ve yağan yağmur.

İçime dökülür avuçlarından.''

Ve hakikaten yağmur da hafiften çiselemekte... Duygularım beni okuluma yöneltiyor. Merdivenleri çıkıyorum, elbette kapalı... Bu okulda güzel bir insan vardı, o İzzet Teyze'ydi. Siyah elbisesi içinde zayıf, çelimsiz ve beyaz başörtüsü ile herkesin anasıydı o... Okulun hizmetlisiydi. Başımız sıkışınca ders arasında hep ona koşardık. Okulun yakınındaki işte şu kırmızı kiremit çatılı evde otururdu. Ve merdivenlerden inip okuduğum sınıfın penceresinden içeriye bakıyorum. Bir yandan da şöyle düşünmden edemiyorum: ''Hani bir mahalle bekçisi görse beni bu halimle hemen düdüğe asılabilir, beni okulu soymaya çalışan bir hırsıza da benzetebilir.''

Karanlık çökmek üzere... İçeriyi seyrederken bir siren sesi ile irkiliyorum. Hem öyle acı bir siren sesi ki! Gelen tirenin tekerleklerinin sesini de duymuştum ve bu sese aşinaydım zaten. Fakat sanki bu ses çok farklıydı. Arkama döndüğümde insanların gar binasına doğru koşmakta olduklarını görüyordum. Bağırıp çağrışmalar ve feryat figan sesleri kulaklarımı tırmalamaktaydı desem abartmamış olurum. Zira tiren istasyonu okula en fazla ikiyüz metre uzaklıktaydı. Refleks olarak adımlarımı hızlandırıyorum ve ilk rayları atlayıp o kalabalığın olduğu yere ulaşıyorum. Sanırım üç ya da dört tiren yolu birbirine paralel seyretmekteydi. İki tiren yan yana idi. Birisi ekspres, birisi de posta tireniydi. Çocukluğumuzdan kalan bu sınıflandırma hafızama öyle bir kazınmıştır ki!

O tiz sesi duyunca kayıtsız kalmam elbette mümkün olmazdı. Kalbiniz sizi uyarır. O kutlu sözü çok severim... ''İnsanın kalbi, esen rüzgarın esiş yönüne uyan ve büyük bir sahrada asılı olan bir tüy parçası gibidir.'' Ve o ürpertici manzarayı görüyorum. Yerde yatan bir adam ve arka ayakları tirenin altında olan bir at... Adam otuz yaşlarında birisi ve yüzü kanlar içinde; burnu kanamakta ve inliyor.... Ama bilinci yerinde. At ise adeta yalvaran gözlerle bakmakta. Polis ve demiryolu görevlileri adamla uğraşırken halk da atı çekerek çıkarıyor. Kendimi tanıtıyorum ve kazazedeyi inceliyorum. Akli melekeleri yerinde ve görünürde herhangi bir ekstremite kırığı da yok gibi... O sırada kalabalıktan birisi demiryolu görevlisine heyecanla anlatıyor: ''Bu delikanlı karşıdan karşıya geçiyordu, atın üzerindeydi. Makinist sirene asıldı, ama geç kalmışlardı. Tam o sırada genç attan atladı, ama tiren o sırada ata çarptı. İyi ki atladı da tirenin altında kalmaktan kurtuldu!''

Ve biraz sonra Cankurtaran geliyor ve yaralıyı alıyor. At ise arka ayaklarını tamamen kaybetmiş halde oradan uzaklaştırılıyor.

Neye niyet, neye kısmet derler ya... Karanlık çökmüştü ve ben oradan yavaş yavaş ayrılıyorum ve tiren yolunu takip edip şehir merkezine doğru yola revan oluyorum. Meydanda Burhan da beni beklemekte. Kamçıyı yere şaplatıyor: ''Mübarek adam burada ağaç kesildim, nerdesin! Vallahi endişe ettim yani sen geç kalınca...''

Başımı salllıyorum: ''Sorma Burhan, istasyonda bir kaza gördüm ki...'' Ve anlatıyorum...