Şair öyle diyor... ''Zira dün bir rüyadan ibarettir, / Yarın ancak bir hayaldir...''
             Başka bir şair de şöyle diyor... ''İnsan bu alemde hayal ettiği müddetçe yaşarmış...''  Emir de o kış sabahında eline o küçük çantasını almıştı ve otobüs terminakline doğru yola çıkmıştı. ''Boşver, yürüyeyim, ne diye taksiye bineceğim'' diye düşünürken önden esen tipi de yürümesini zorlaştırıyordu. Zaman zaman geri geri yürümek zorunda kaldığı da olmuyor değildi. Olsun, o dağların çocuğuydu, tipiden korkacak hali yoktu ya... Nefesi havada mini bulutlar oluştururken bastığı zeminden de gırç sesleri geliyordu. Paltosu boynunu ve kulaklarını yandan desteklerken başındaki tiftik kalpaktan da sadece gözleri ve burnu görünüyordu. Ama ilik donduran bu soğuk ve karlı havada onun içini ısıtan sıcak hayaller ve düşünceler vardı ya...
            Bu hayallerle otobüs terminaline vardığında Yeşilşehir otobüsüne doğru yürüdü ve koltuğuna oturdu. Hareket saatine az bir zaman kalmıştı, biraz daha geç kalsaydı belki de otobüsü kaçıracaktı. Muavin biraz sert bir bakışla ''abi nerede kaldınız'' diye sitem ettiğinde Emir tebessüm ediyordu. Cam kenarındaydı ve hareket edildiğinde arkasına yaslandı ve gözlerini kapattı. Yeşilşehir'e bağlı Seringöl ilçesinin o kasabasına gidecekti. Bir süre sonra yanındaki yolcunun sesi ile  uyanıyordu. Elli yaşlarındaki adam soruyordu: ''Genç, hayırlı yolculuklar, nerelisin?'' Emir ''Karlışehir'liyi abi'' diyordu. ''Ne iş yaparsın, Yeşilşehir'e yolculuk niye, hayrola!''
            Ne cevap vereyim diye düşünüyordu...''Tıp fakültesi öğrencisiyim. Bir sınıf arkadaşımın davetlisiyim. İlk defa gideceğim oraya.''
            ''Nereye?''
            ''Çamsakız nahiyesine...''
            ''Ben de o nahiyenin bir köyündenim. Şimdi otobüsten inice beraber gideriz. Köye dolmuş kalkıyor. Aynı dolmuşa bineceğiz, ben oraya varmadan inerim, sen devam edeceksin. Çamsakız'da inince hemen karşıda kahvehane var. Sor, sana evlerini tarif ederler.''
            Emir rahatlamıştı. Yeşilşehir'e varıncaya kadar adam bütün hastalıklarını anlatıyordu ve o da dilinin döndüğünce izah etmeye çalışıyordu. Ve yolculuk sona erince yürüyüp köy dolmuşuna bindiler. Emir'i yeni bir heyecan sarmıştı. Bu kısa yol nedense ona uzun gelmişti, hiç bitmeyecekmiş gibiydi. Ve nihayet uzaktan Çamakız nahiyesi görüldüğünde Emir heyecanlanmaya başlamıştı. Köy meydanında dolmuştan inince kahvehaneye yöneldi; insanlar aralarında sohbet ediyorlardı. Kenardaki bir sandalyeye oturup çay istedi ve bir yandan da insanlara bakıyordu. Acaba hangisine sorsam adresi diye düşünürken ak sakallı bir ihtiyara yönelip soruyordu. İhtiyar işaret parmağı ile beş yüz metre ilerideki tek katlı pembe evi gösteriyordu. ''Evladım işte o ev...'' Emir birkaç adım atmıştı ki nabzının hızlandığını hissediyordu. Hani derler ya ''gelin ata binermiş, hem ağlarmış hem  gidermiş...''
            Kapıya yaklaştığında bir süre kararsız kaldı, düşünüyordu. Kapının üzerindeki pirinçten halkayı tıklatırken bir yandan da saçını, yakasını düzeltmekteydi. Hani görücüye sadece bayanlar mı çıkar, elbette erkekler de çıkar. Bir süre bekledi, ama içeriden bir ses gelmiyordu. Endişelenmeye başlamıştı; yoksa bu uzun yolu boşuna mı gelmişti! Bir daha çaldı, yine ses yok. Birkaç adım geriye çekilip ağacın altına yöneldiğinde kapı birden açılıyordu. Karşısında Elif'i görüyordu. Şaşırmıştı kız ve adeta donakalmıştı. Bir süre konuşmadan öylece kaldılar. Elif soğuk bir ses tonu ile ''sen'' diyebildi ve arkasını getiremedi. İçeri de davet etmiyordu nedense. Bu sırada içeriden bir ses geldi. Annesi soruyordu: ''Kızım kim o?'' Elif ne diyeceğini bilemiyordu. Annesi beklediği cevabı alamayınca kapıya kadar gelmişti. Emir atak yapıyordu: ''Teyze ben Elif'in fakülteden arkadaşıyım, tanrı misafirini kabul etmiyor musunuz!'' Anne mahcup olmuştu, kızına dönerek sitem ediyordu: ''Kızım insan arkadaşına buyur etmez mi, çok ayıp!''
            Elif zoraki buyur etti içeri, ama bir yandan da sert bakışlarını yöneltiyordu Emir'e...Hal hatır faslından sonra yemek ve çay ikramı olmuştu.Evin erkeği şehir dışındaydı. Bu süre içerisinde Emir konuya nasıl gireceğini hesaplıyordu ve uygun cümleler seçiyordu içinden. Bakışlarını anne Zehra hanıma yöneltip yumuşak bir ses tonu ile soruyordu: ''Zehra teyze hiç sormadınız ne için geldiğimi.'' Zehra hanım da ''evladım misafire sorulur mu, hoş geldin sefa geldin!''
            ''Ben hayırlı bir iş için geldim, hani belki damdan düşer gibi olacak ama...'' Bu sırada Elif kıpkırmızı olmuştu ve mutfağa gitmişti bahane ile. Zehra hanım ''hayrola evladım'' dediğinde Elif de odaya gelmişti. Emir titrek bir ses tonu ile söze devam ediyordu. ''Teyze ben Elif'e talibim, niyetim ciddi. Allahın emri ile onu sizden istemeye geldim!''
            Salonda adeta sinek uçsa vızıltısı duyulacaktı o an. Derin bir sessizlik... Zehra hanım da ne diyeceğini bilemiyordu. Dönüp kızına bakıyordu. ''Bilmem ki evladım, Elif'e soralım bir de. İkiniz de tahsilli insanlarsınız, ben ne diyeyim!''
            Elif adeta burnundan soluyordu. Emir birkaç saatini harcamıştı aileyi ve Elif'i ikna etmek için, ama sözleri her defasında adeta mermer duvarlara çarpıp geri dönüyordu.
            Gölgeler uzuyordu dışarıda. Emir çaresizce ayağa kalktı ve soğuk ve buruk bir veda ile minibüs durağına yavaş adımlarla yürümeye başladı.
             Yıllar sonra ne mi oldu? Onu söylemeyeyim, söylersem o insanları deşifre etmiş olurum.