“Atatürk! Sen, bizdendin. Seni halife yapmak, padişah yapmak isteyenler oldu, iltifat etmedin. Millî irade yolunu seçtin. Hayatını ve şahsiyetini milletinin hizmetine vakfettin. Nur içinde yat!”

Yukarıdaki ifade, 3’üncü Cumhurbaşkanı Mahmut Celal Bayar’ a ait; Atatürk’ ün cenazesinin Anıtkabir’ e defni sırasında söylemiş. Elbette her Türk’ ün bu sözlerin anlamını öğrenmesi ve bilmesi gerekir.

Türkiye Cumhuriyeti’ nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk,  yirminci yüzyılın ilk yarısını olağanüstü kişiliği ile etkilemiş büyük bir asker ve devlet adamıydı; tarihin akışında önemli bir rolü vardı.

İçinden çıktığı Türk Milleti’ nin kaderine damga vuracak ve çağın olaylarına yön verecek kadar güçlü ve etkin bir rol oynamıştı.

Bunun içindir ki, Türkiye’ de ve Türk dünyasında olduğu gibi tüm dünya da halen saygıyla anılmakta, yaptıkları ve düşünceleriyle gönüllerde yaşamaya devam etmektedir.

Atatürk, tarihî kişiliğinin yanında duyarlı, içi sevgi dolu bir insandı. Kindar değildi. Halk adamıydı, halka yakınlığı ile tanınıyordu. Fildişi kulede, toplumdan soyutlanmış olarak yaşamak onun istediği ya da isteyebileceği bir şey değildi.

Günlük hayatında kalabalıkları hep yanında istemiş, halkın yüzünü yakından görmeyi, nabzını tutmayı, halkıyla hep iç içe olmayı hedeflemişti.

Mütevazıydı. Gösterişli, şatafatlı saray veya köşklerde oturmayı sevmiyordu. Zaten kaldığı evler çoğu zaman sade, gösterişsiz ama içinde yaşanabilecek rahatlıkta evlerdi. Bu evlerde yakın saydığı kişilere de odalar ayrılmıştı.

Örneğin Yalova Termal Köşkü’ nde manevî çocuklarının odaları da vardı. Yalova’ ya geldiğinde dinlenmek ve çalışmak için kullandığı Yürüyen Köşk de zaten mütevazı bir çiftlik evi görünümündedir.

Atatürk,  hiçbir zaman kendini içinden çıktığı toplumdan ayrı tutmamış, toplumun sorunlarını bizzat yaşamış, sorunları çözmeye çalışmıştı.

 Onun Harp Okulu öğrenciliği döneminde yaşanmış bir olayı hatırlayalım.

Antalya’ya gidiş, Yozgat’tan dönüş, kar, kış... Çankaya köşkünün rahat ve sıcak salonlarına dönen Mustafa Kemal Atatürk çevresindekilere şu hikâyeyi anlatır:

“ Biz Harbiye’de öğrenci iken, okulun sobaları yanmazdı. Bütün kış, titreşir dururduk. Nihayet bir gün arkadaşlar beni müdüre çıkmak için seçtiler. Müdür Zülüflü İsmail Paşa adında bir saray adamı idi. İzin aldık, huzura çıktık; önce Padişah’a sonra Müdür’e dualarımızı arz ettik. Nihayet, konuya geldik, işi anlatmak istedik. Ama müdür, daha ilk cümlelerde kükredi:

‘Ne soğuğu be nankörler! Padişah nimeti gözünüze dizinize dursun. Görmüyor musun? Sobalar nasıl gürül gürül yanıyor. Defolun buradan!’

Gerçekten,  Müdür’ün sobası gürül gürül yanıyordu. Müdür, buram buram terliyordu, sıcaktan, göğsünü bağrını açmıştı ve zannediyordu ki, bütün okulun sobaları da böyle yanar...

Aman çocuklar, biz burada Zülüflü İsmail Paşa gibi olmayalım, kendimizi aldatmayalım. “

***

                Gemi mühendisi Mehmet Ali Ergöz’ün anılarından küçük bir bölümü tek kelimesine dokunmadan sizlerle paylaşıyorum:

“ Yıl 2003: Kamerun’un Douala Limanındayız. Kütük kereste yüklenecek. Yükün sahibi, gemiye yüklemeye nezaret edecek bir kaptan göndermişti. Kaptan Hırvat’tı. Zabitan odasına geldiğinde, gelenin karşısına düşen duvardaki Atatürk resmini görünce duraladı. Bir süre durduktan sonra resme doğru yürüdü. Saygı ifade eden davranışlarla resmi nazikçe düzeltti ve hepimizin yüreğine bir ok gibi saplanan şu sözleri söyledi;

-Siz bu insanı ve ideallerini anlayamadınız. Anlamış olsaydınız bugün Avrupa kapılarında sürünmez, Avrupalılar sizin kapılarınızda bekleşirlerdi.”