P h r y g i a’da , yani şimdiki bizim Bergama’nın yakınındaki dağlarda bir zamanlar bir ulu ağaç varmış. O zamanın köylüleri bu ağaca mucize olarak bakar ve gösterirlermiş. Çünkü bu ağacın, bir yanı çınar öteki yanı ise ıhlamur imiş. Bunun neden böyle olduğu üzerine halk arasında bir efsane dolaşırmış. O da şöyle imiş:

Çok tanrılı Helenistik çağda, baş tanrı Zeus Olympos’ta oturmaktan sıkılmış. Yanına tanrıların en kurnazı olan Hermes’i almış. Giysilerini değiştirmişler. Yırtık pırtık paçavralar giyip Phrygia taraflarında bir yerleşim yerine varmışlar. “Tanrı konuğuyuz” diyerek kapıları çalmaya başlamışlar.

Kılık kıyafetlerine bakan her hane sahibi kapıları yüzlerine kapamış ve kovmuş. En sonunda yıkık dökük bir fakir kulübesine gelmişler. Orada fakir olmalarına karşın mutlu bir çift yaşıyormuş.

Yaşamları, fukaralıkları bir yana, mutlu ve neşeli kuşlar gibi şen şakrak geçiyormuş. Yaşları gereği, yüzleri olgunlaşmanın verdiği buruşukluklarla, çizgi çizgiymiş ama görenler onları gülümseme izleri sanıyormuş. Evde onlardan başka kimse yokmuş. İkisi de birbirlerinin hem efendisi hem de hizmetçisi imiş.

Diğer evlerden kovulan tanrılar çekinerek bu kapıyı da çalmışlar. İçeriye buyur edilince kapıdan başlarını eğerek girmişler. Yaşlılar onları güle söyleye karşılamışlar. Odada sadece iki oturacak sandalye varmış. Birisi onların üzerine rahat etsinler diye, saman dolu torbalar koyarken, diğeri ocaktaki ateşi canlandırmaya gitmiş.

Yaşlı kadın evdeki sebzelerden yemek hazırlarken kocası da konukların kirlenmiş el ve ayaklarını yıkayıp kurulamış. Yemek hazır olunca masayı güzel kokulu çiçeklerle donatmışlar. Evde yiyecek ne var ne yok ortaya dökmüşler. Geceleri üzerinde uyudukları derme çatma sediri konukları rahat etsin diye masanın yanına çekmişler.

Etsiz ziyafet sofrası olmaz düşüncesiyle sahip oldukları tek kazı kesip pişirmek için yakalamaya çalışmışlar. Yaşlı olduklarından hızlı koşan kaz kaçıp Zeus’un bacakları arasına sığınmış. Zeus “Bırakın, kesmeyin onu” demiş. Kendi testisindeki şaraptan karı kocaya ikram etmiş. Ama  bu sıradan bir şarap değil Kevser şerbeti imiş. İhtiyarlar cennet içkisini içince karşılarındakilerin tanrı olduğunu anlamışlar. Ayaklarına kapanıp af dilemişler.

Tanrılar “Sizler iyi insanlarsınız. Bizi ağırladınız. Dileyin ne dilerseniz.” Demişler. Karşılığında şu cevabı almışlar: “Biz bu yaşa kadar beraber ve mutlu yaşadık. Dileğimiz , ikimizden biri önce ölüp, öteki onu mezara taşımak acısı çeksin istemiyoruz. İkimiz aynı anda ölelim.” Bu dilekleri kabul edilmiş.

Yıllar geçmiş, ömürleri yetinceye kadar yaşamışlar. Bir gün yan yana oturmuş güneşlenirlerken, kadın kocasının sağından solundan yeşil yapraklar çıktığını görmüş, kocası da başını çevirince karısının kollarının dal şeklini aldığını görmüş. Ayaklarını ağır ağır toprakta köklediğini hissetmişler.

İki ihtiyar “Mutlu yaşadık, bu son öpüşümüz olsun” diye vedalaşmışlar. Bu ağaç fısıltısı oradan geçenlerce hep duyulmuş. Farklı yapıları bir gövdede birleştiren sevginin gücü, bir tarafı çınar diğer yanı ıhlamur olan ağaçta yıllar boyu sergilenmiş.

Arada sevgi varsa mucizeye de gerek yok. Birlik vardır, mutluluk vardır. Sevgi yoksa hiçbir mucize farklılıkları birleştiremez. Mutsuzluklar, kavgalar sürer gider.