Gece yalanları diye çok güzel bir şarkısı var Bülent ortaçgilin. 2003te yayınlanmıştı o albümü.

Şöyle başlar şarkı; Gece yalanları / Kendine söylediğim / Ben en güçlü,en güzel / En doğru zannettiğim…

Yalova’nın durumu da işte o. Gecenin derinliğinden çıkan yalanlar dolanlar. Menfaat çatışmaları arasında herkes birbirinin üzerine acımadan basarken, birkaç on kişinin sürüklediği çirkin gündem teranesinden vatandaşın payına sıvanmış cafer bezleri kalıyor geriye.

Yalova’nın pek çok avantajı var’mış’ ve şehir gelişme arifesinde iken nedense herkes bir kayıkçı kavgasının peşine takılmış sözüm ona. Kavganın kayıkçı kavgası olduğu doğru da…

Nereye gelişiyoruz orası meçhul. Körfez köprüsü ve otoyol Yalova’ya çok şey katacak hipotezi var mesela. Önce dediler ki bir kesim, Yalova’nın nüfusu artacak bu köprü ve otoyolla. Nitelikli göç gelsin bari filan dediler. Nüfus 1 milyona gelecek diye resmen salladılar. Oysa raporlara göre 2023’te Yalova’da öngörülen nüfus 350 bin civarında. Körfez Köprüsü’nün Altınova’dan geçtiği malum. Batısında tersaneler doğusunda Hersek gölü ve askeri alanlar var. Burası mı gelişecek ve göç alacak? Buradan mı yeni bir yerleşim çıkacak? Yoksa insanlar aman otoyol buraya yapılıyor Yalova’ya yerleşelim İstanbul’a yakın olalım mı diyecekler, İstanbul Trakya’nın kuzeyine doğru gelişirken. Çok tuhaf…

Neymiş karbon elyaf üretimi başlamış ve kompozit sektöründe yerel dinamikleri hareketlendirmek gerekiyormuş. Karbon elyafın ülke içindeki tüketimi henüz 15 bin tonlar seviyesinde. Büyük oyuncular bile devreye girmemişken hangi yerel dinamikler oluşmamış bir pazar için neden ve nasıl hareket edecek bir soru işareti. Hani milli bir değer üretiyormuşuz ya. Bolca pohpohlanan, ‘aman termik santral yaparlarsa yapsınlar karbon elyaf üretecekler, ülke için’ söylemleriyle önü açılan, başbakanın gelip açılışını yaptığı bu karbon elyafın yarısını da Amerikalılara sattık. Ne milli ne milli. Tuhaf.

Efendim OSB’si olmayan tek şehirmişiz ve bir an önce OSB’ler kurulmalıymış. Deprem bölgesindeki ve son büyük depremde yıkım yaşayan Yalova’nın taşı toprağı o kadar ‘altın’mış, yerleşim alanları o kadar güvenliymiş ki, yatırım diye diye kıvranıyormuş yatırımcılar. O toprağın rant değeri o kadar yükselmiş ki, OSB kurmak için arazileri bir araya toplayamaz haldeyiz. Bu da tuhaf bir çelişki. Kimse işsizlik %14’lerde, kimi sendika verilerine göre %17’lerde filan demiyor. Kimse Yalova’nın genç nüfusunun çoğunun asgari ücret bile alamadan orada burada sigortasız çalıştırıldığına, ayrıldıklarında işverenlerin borçlu kaldıklarına değinmiyor. Sorsanız sigorta kurumu muhteşem çalışıyor. Vergi dairesi ise yakaladığından vergi borcunu alıyor. Bu çelişki daha da tuhaf.

Yalova’nın alt ve üst ölçekli planları birbirine uyumlu hale getirilmeliymiş. Siz üst ölçekli planlamayı yapıyorsunuz, ardından o olsun, bu olsun, bu da lazım diyerek bir taklayla kendiniz deliyorsunuz. Şimdi yasal sorunları aşmak için üst ölçekli planları da değiştirelim diyorsunuz. Ayıptır ayıp. 20 bin termik santrale karşı, 15 bin Vopak’a karşı imza toplandı bu minicik şehirde. Ama insanları umursayan kim? ‘Biz yaptık oldu, hadi şimdi yasal hale getirin’ Neden? Şehir ekonomisi planlardaki sıkıntılar ortadan kalktığı an zirve yapacakmış. Hani, siz planları yasal hale getirin biz de gereğini yapalım, der gibi okuyorum bu mesajı. Bu da insanlarla alay etmenin, hatta düşünsel tecavüzün bir başka şekli.

TİGEM’de merkez kampusun önü tıkanmış deniliyor. Tıkanıklığın hangi minvalde olduğu ayrı konu, Atatürk’ün arazisi satılıyor diye mangalda kül bırakmayanlara şunu da sormak lazım. Millet Çiftliği ve Baltacı Çiftliğinin geri kalanı nerde? Atatürk’ün arazilerini ilk önce kimler, yıllar yıllar önce hangi dönemlerde aldılar ve bu arazileri sahiplendiler? Atatürkçülük Atatürk’ün arazilerine dokundurtmamak mıydı, yoksa Atatürk’ün işaret ettiği gibi milli kaynaklarımızı küresel vahşilere kaptırmamak mıydı? Madenlerimizi, enerji kaynaklarımızı, su kaynaklarımızı, iletişim sektörünü, medya sektörünü ulus yararına ve ulusça kullanmak mıydı? Hangi gözümüzle bakıyoruz olaylara?

Arboretum arazisinin satışına karşı çıkılmasındaki siyaset ise içler acısı. İncelik ve kıvraklık, halkın gönlünü fethedecek yaklaşımlar bulmak maharet ister bu söylemlerde. Burasını sattırmamak için can atan siyasetçilerin tek sorununun ‘Kimin sattığı’ olduğunu ise herhalde herkes varılan noktada idrak etmiştir diye düşünüyorum. Zira araziyi sattırmamak için partisine dava açtıran il başkanı, kendi meclis üyeliği döneminde burasının turizm alanına çevrilmesine de, turizm alanı içerisinde yapılacak yapıların imar şartlarına da onay vermiş. Şimdi ise aynı şartlarda ihale edilmesine karşı demediğini bırakmıyor. Bir diğer parti, sözde ana muhalefet partisinin belediye meclis üyeleri, ifrazlı satış dahil olmak üzere öncesinde onayladıkları meclis kararının iptali için önerge veriyor, son anda da önergenin hukukçular tarafından incelenmesi önerisine destek veriyorlar. Sonrasında ne oluyor? Turizm alanına mevcut imar şartlarıyla çevrilmesi kararına oy veren ve sonra satış ihalesindeki kendi oy verdikleri şartları dava eden partinin üyeleri, o turizm alanında mevcut imar şartlarıyla satış kararını alan ama sonra cayan ve biz yanlış yapmışız diyen ama sonra bir kez daha cayan, hukukçular incelesin önerisine destek veren partinin üyelerini dik durmamakla suçluyor. Vay arkadaş yahu. Aslında, edep ya hu.

Tüm bu tartışmaların tek faydası şu oldu aslında; bu döneme kadar arberetum, arboretrum, eybiraderim, estarabim gibi kelimelerle arboretum’u tarif etmeye çalışan bazı siyasetçilerimiz, lügatlerine arboretum kelimesini layıkıyla eklemiş oldular.

Yerel siyaset diplerde sürünüyor. Yerel gündem yerlerde. Gerçekler umduğumuzdan çok uzakta. Şarkıdaki şu sözlerle bitirebilirdik, yalnızca ‘Gece yalanlarıyla’ bezenmiş olsaydı herşey;

Gece yalanlarım / Sağda solda ipuçları / İpin ucunu çekersen düğümdür çıkışları / Gece yalanlarım...

Ama yalanlar büyük, geceler uzun ve çıkışsız. Düğümleri çözmektense toptan bir temizlik zamanının geldiğini gösteriyor belki de her şey.