''Şimdi Yeni Şeyler...''

 Başlığı fazla uzatmadım, yani bilerek kısa tuttum. Sözün tümünü yazacağım, zaten biliyorsunuzdur. Birşey söyleyeyim mi! Bu yazı aslında bir zorunluluktan çıktı...''Nasıl yani, ne gibi'' diye sorduğunuzu duyar gibi oluyorum. Kadim meslek grubumuzun o sayfasında, hepimizin ciğerini dağlayan şu ''asrın felaketi'' veya ''asrın depremi''nden bahisle söz yarışına giren bazı sınıf arkadaşlarımın hamasi yorumları beni yazmaya teşvik etti diyebilirim. Veya mecbur etti desek daha uygun olur. Yani ''bostancıya tere satmaya kalkan'' arkadaşlarıma biraz dokunduracağım. İstediler, ne yapayım! Argo tabirle ''kaşındılar!''

             Hani ''zurnada peşrev olmaz, ne çıkarsa bahtına'' derler ya, işte o misal...Öyle insanlara rastlarsınız, adamın ağzının ölçüsü yoktur, söylediğinin nereye gideceğini bilmez ki! ''Bol keseden konuşur'' ve çoşar da coşar. Hele de gruptan birileri o meşhur ''alkış resmi''ni gönderiyorsa  bizim ''Murtaza'' hep gaza gelir. Belli ki kullandığı arabada ''fren pedalı'' yok...Halk arasında böyleleri için derler ya ''ağzı olan konuşuyor!''

            Başlıktaki o sözü şimdi söyleyeyim. Hani söz Mevlana'ya ait, bana ait olacak değil ya! Özgül ağırlığım o kadar fazla değil ki böyle büyük bir söz söyleyeyim. ''Ne kadar söz söylenmişse düne ait cancağızım, şimdi yeni şeyler söylemek lazım!'' Ne kadar güzel ve anlamlı ve de büyük bir söz değil mi! Şimdi diyeceksiniz ki ''bayram değil seyran değil, eniştem beni niye öptü!'' Öper cancağızım, çünkü sen öpülmek istendin... Evet, dedim ya bu yazıya aslında ''Zorunluluk Yazısı'' başlığını da koyabiliriz. Ne gibi? Söyleyeyim: Adam(!) bir kusur bulacak ya! Fırsat bu fırsat deyip bir algı operasyonu çekecek ya! 1999 depremindeki yardımlar ile şimdiki depremi mukayese ediyor ve aklınca şu sonuca varıyor: ''O zaman çok seri hareket edilmiş, deprem bölgesine hemen ulaşılmış, yaralar hemen sarılmış!'' Mış mış... Akıl ve mantığı kin ve nefretle dolu belli ki! Şimdi polemik zamanı mı Murtaza! İnsanlar göçük altında inlerken, kurtarılmayı beklerken hele senin tuttuğun yola bak! Akıl tutulması ve zanda ileri gitmek bu olsda gerek! Nereden bilecek o kutlu sözü! ''Zanda ileri gitmeyin, zira zannın bir kısmı günahtır!''

            Adam nerden bilecek benim o depremin tam da merkezinde yer almış olduğumu, günlük tuttuğumu, sonra bunları adeta bir duygusal belgesel gibi köşemde yayınladığımı...Hani argo bir tabir vardır, bağışlayın, ''işkembeden atmak'' derler ya, işte o misal...

            Akıl ve mantığınız buharlaşmadıysa iki olayı veya felaketi karşılaştırıken bazı kriterleri ortaya koyarsınız... O da nedir? Felaketin şiddeti ve kapsadığı alan. Allah göstermesin, bir daha olmasın diyorum. Elbette geçmişte yapılanmalar konusunda hatalar yapılmıştır. Bina kalitesi kötüdür ve bu konuda hatalar yapılmıştır. Bunlardan yargı elbette hesap soracaktır. Maksadım bir devri kötüleyip, yerin dibine batırıp bir devri de göğün yedinci katına çıkarmak değil... İyiye iyi diyebilme erdemi de herkeste bulunmaz elbette. Adam hep eleştirir! Gel şu tahtanın ucundan tut da taşıyalım dediğinde ortalıktan toz olur.

            Dedim ya 99 depreminin merkezinde yaşamışım ve sabahın o kör karanlığında hastane bahçesine koşmuşum. Aman Allahım cesetler, inlemeler, yaralılar! Elbette yardım çok geç gelmişti... Canım o zaman devlet bu kadar organize değildi elbette. Kalkıp devletime kin mi kussaydım bazı ''algı operatörleri'' gibi... Karanlık suda balık avlamaya kalkmak toplumsal birliğe zarar verir!

            Bizim Erkan Entelektüel bir dosttur. Geçen gün bu depremi bahane edip ''bir koyundan iki post çıkarmak isteyen'' bir zavallı atıp tutuyordu. Erman da bana bakıp göz kırpıyordu. Sonradan ''abi'' diyordu, ''böyle felaket tellalları için senin kullandığın bir terim vardı, dilimin ucunda da söyleyemiyorum!''

            ''Ne gibi?''

            ''Bir yılan ismiydi! Neydi?''

            Tebessüm  ediyordum..''Karamamba mı?''

            Ayağa kalkıp sağ elini havaya kaldırıyordu... ''Hah işte o!''

            ''Bak Erman kısır çekişmeler insanı bir sonuca götürmez, ayrıştırır. Ben yazama, yaraları kaşımak istemiyorum. Depremin akşamında biz bir ekmek bile bulamadık da taa Bursa'ya gidip Özdilek'te karnımızı doyurduk ve gece Yalova'ya döndük ailece!''

            Erman ayağa kalkıp ısrar ediyor: ''Bir hatıranı anlatsana!''

            Tebessüm ediyorum... ''Hayatımdan 17 Ağustos tarihini çıkarıp atmak istiyorum. Ölülere kefen ve tabut bulamıyorduk. Dört beş gün boyunca hastane bahçesinde duvar dibinde cesetler vardı. Şehir dışına cenaze nakledeceğiz, ama tabut yok! Yakınları isyanda! Ben çadır bulamadım çadır! İki ay boyunca morgun karşısında arabamda yatıp kalkmışım! Eşim de aynı şekilde!''

            ''Deme abi!''

            ''Yemin olsun öyleydi, ama devletime asla halel getirmedim!''

            ''Üzüntülü günlermiş!''

            ''Hem de nasıl! Hele bir Zat-ı Devletli'nin o sözü ve davranışı yüreğimiz dağlamıştı. Neyse, zülfi yare dokunur diye anlatmıyorum! Halının altına süpürmüşüm bu ifadeyi!''

            ''Anlatsana!''

            ''Yok Erman anlatmayayım. Sadece özlü bir söz söyleyeyim sana!''

            ''Ne gibi?''

            ''Genç Bir Doktorun Anıları adlı bir kitap okumuştum. Mihail Bulgakov diye bir Rus hekimi bu... Rusya'nın ücra bir köşesine sağlık ocağı hekimi olarak tayin ediliyor. Adam hayatında ata binmemiş. Köylere hastaya gidecek, ama araba yok... Mecburen ata binip dağ yoluna vuruyor. Anılarında ne diyor biliyor musun!''

            ''Ne diyor?''

            ''At üstünde ıssız köy yollarından hiç geçmemiş birine anlatılacak birşeyim yok. Ne de olsa anlamayacak bununla ilgili anlatacaklarımı...Geçene de hatırlatmayı hiç istemem!''

            Son söz: ''Ben söylediklerimden sorumluyum, anladıklarınızdan değil!''