Olayın geçtiği yer Brezilya. Konu bir anne ve on yaşındaki kızı. Kadın acımasız, zalim mi zalim. Baba da ondan aşağı değil. Çocuk, çocuk işte birazcık yaramaz.

Kızcağızın her hareketine şiddet uygulanıyor. Her gün sırtından dayak eksik olmuyor. Artık öyle bir hale geliyor ki, bedeninde sağlam bir yer kalmıyor. Hareket etme, konuşma yeteneklerini yitiriyor. Aile zor da olsa hastaneye yatırılmasına izin veriyor. Ancak geldiğinde yaşam belirtisi sadece kesik kesik aldığı nefes.

Bakımını üstlenen bir hemşire var. Her sabah odaya geldiğinde kızın başucuna geliyor ve “Seni Seviyorum” diyor. Daha sonra günlük işlerini yapıyor. Bir gün, iki gün…. üç gün. Buna tanık olan doktor ve hemşirenin arkadaşları “O seni duymuyor, bu çabaların boşuna” deseler de o yılmadan devam ediyor: “Unutma, seni seviyorum”

Aradan üç hafta geçiyor ve bir mucize oluyor, çocuk hareket etmeye başlıyor. Dördüncü hafta sonunda gözlerini açıyor ve hemşireye gülümsüyor. Cevabını alan iyilik meleği sonraki günlerde onunla konuşmaya başlıyor. Küçük kız yaşama yeniden tutunuyor.

Buradaki mucizeyi yaratan sevginin gücüdür. Sevgi iyileştirir, sevgi değiştirir, yeniden yaratır. Sevgi üzerine binlerce kitap yayınlanmıştır. Romanlar, şiirler yazılmıştır. Oyunlar sahnelenmiş, filmler çekilmiştir. Taştan, ağaçtan heykeller kazınmış, resimler yapılmış, şarkılar söylenmiştir. Bunların içinden sevgiyi tam olarak anlatanı henüz çıkmamıştır. Çünkü sevgiyi anlamak için onu yaşamak ve yaşatmak gerek.

Bu duygu en küçük şeylerde var olduğu gibi, en basit davranışlarla bile kendini gösterir. Yeter ki iyi niyetli ve içten olsun. Yerinde ve zamanında dile getirilsin. İşte bu yüzden gönlümüzü her zaman sevgiyle dolu tutmakta yarar var.

Telefonu kaldırıp, uzun zamandır hatırını sormayı ertelediğimiz birisine sevgi dolu sözcükler söylemek, yardımımıza gereksinim duyan birinin elinden tutmak, bizi rahatsız edip duran bir hatamız için özür dilemek… Bunlara benzer aklınıza ne gelirse hepsi sevginin gereği.

Çünkü sevgi yaratıcılık demek, yaşam demektir. Sevgi yoksa düşmanlık vardır, kavga vardır, savaş vardır. Öyle bir ortamda yok olmuş yaşamlar ve kırık kalplerden başka ne olabilir ki?

Yaşanmış bir hikaye ile başladık, bir masal ile bitirelim. Bahçelerin birinde bir gül varmış. Kırmızı bir gül. Günler ve geceler boyu arıların hayalini kurarmış. Gelsinler, yapraklarına konsunlar, onlara bal yapacakları özümden vereyim diye. Uzun geceler boyu bir sürü arının yapraklarına öpücükler kondurduğunu düşler, öyle bir cennette yaşarmış. Sabahları güneşin ilk ışıklarıyla yapraklarını tekrar açarmış. Ne yazık ki bir tek arı gelmezmiş.

Her gece gülün bu yalnızlığını gören ve ona acıyan ay, erken doğduğu bir akşam dayanamayıp sormuş:

“Beklemekten yorulmadın mı?”

“Yoruldum ama devam etmeliyim”

“Ama neden?”

“Çünkü her sabah yapraklarımı açmazsam solar giderim.”

İşte yalnızlığın tüm güzellikleri yok ettiği zamanlarda yola devam edebilmek için yapılacak tek şey açık kapı bırakmak, sevgiyle beklemek.

Sevgiyi vermek kadar almak da önemli. Sevgiyle yaklaşanlara sırt çevirmek onları mutsuz eder. Kaybeden biz oluruz. Yunus Emre ne güzel söylemiş, kısa ve öz;

Gelin tanış olalım

İşi kolay kılalım

Sevelim sevilelim

Bu dünya kimseye kalmaz.