Ayşe Arman kutuplara gitti.

Greenpeace’i efsane yapan gemilerden biriyle, adı arctic sunrise.

Türkiyenin en popüler gazetesinin en popüler kadın yazarı olarak Ayşe Arman’ın kutuplardan neler getireceğini eminim pek çok çevreci heyecanla beklemiştir.

İlk yazısı geçtiğimiz Pazar günü çıktı.

Artık ‘yürekten’ bir çevreci olduğunu yazmıştı Arman.

Detayları zaten internette var, isteyen kolaylıkla ulaşıp okuyabilir.

Benim değinmek istediğim tek şey Ayşe Arman’la ilgili olarak, Greenpeace’in isim seçiminde ne kadar riskli davranarak ne eleştirileri göğüslediği ve sonuçta seçilen ismin ne kadar doğru olduğunun da tescil edilmesiydi.
Çevre gönüllüleri arasında minik kıyametler koptu adeta. Hele hele Arman’ın kutuplara gideceğini duyuran viral videoda son sahnede 4x4’üne biniyor olması…aman yarabbi. Karbon salımını nefes alıp verircesine hızlı yapan böyle bir aracın sahibi, nasıl olur da GP’nin kutuplara gönderdiği Türk gazeteci olurdu? Greenpeace’in sadece bir yerel gönüllüsüyüm, o nedenle bu örneği vermekteki asıl amacımdan sapmak istemem.  Sonuçta Ayşe Arman döndü ve öyle yazılar yazdı ki eleştirenler sinirden parmaklarını kemirmiştir kesin okurken diye düşünüyorum.
İşte temel sorunumuz bu. Yapmak yerine bakmak, katılmak yerine eleştirmek, paylaşmak yerine şüphelenmek gibi temel toplumsal sorunlarımız mevcut. Çevre mücadelesi gibi ciddi organizasyon gerektiren konularda da aynı yaklaşımı görüyoruz. O nedenle yeteri kadar savunamıyor, birlikte olmadığımız için eksik kalıyoruz.

Greenpeace,  komünist ve ekososyalist çevrecilere göre kapitalist sistemin bir parçasıdır mesela. TEMA hakeza sermaye tarafından çevre mücadelesinin kontrollü olarak sürdürülmesi için kurulmuştur. Doğader’in başkanının arası hükümetle iyidir, Eurosolar ise ürettiği yenilenebilir enerji sistemlerini satmayı amaçlamaktadır….Bu gibi söylemler uzar da gider. Sanırsınız ki eleştirenler çevreci iksirine bulanmış…

İğneyi başkasına ok gibi saplarken, çuvaldızın ucunu yumuşatmanın alemi yok aslında. HES mücadelesinin oldukça fazla abartılarak adeta gerilla mücadelesi, ideolojik mücadele haline çevrilmesi şeklindeki baştan ayağa yanlış stratejiler, HES’ler konusunda siyasi partilerin kolaylıkla kabul edebileceği bazı net gerçeklerin hiçbir zaman gündemde üst sıralara çıkamamasına yol açtı bana göre. Zira HES’lerin çevre tahribatının etkileri, sayılarının sınırlandırılması, yer belirlemelerinin bilimsel raporlar eşliğinde yapılması gibi doğruları savunmak için bir ekososyalist yaklaşım ille de şart değil.

Nükleer’le ilgili herkes aynı tarafta ve iktidar karşıda ama, termik santrallere konu gelince her nedense tüm bu ‘izm’ kesimleri pek suskun, bazı kesimler ise yereldeki öz mücadeleyi yok sayıp kendi hegemonyasını dikte edecek kadar aşırı sahiplenici. Bu açıdan bakıldığında çok eleştirilen Greenpeace, Tema, Doğader, Eurosolar’ın falan bu kadar yerden yere vurulmasına gerek yok. Zira, çevre mücadelesinden öyle bir devrim çıkmaz. Bir devrim çıkar belki ama çıkacak devrim sosyalist devrim olmaz. Bu işin peşini bu şekilde zorlamak, gezegene, insanlara, yaşam alanlarına zarar. Yaşam alanlarını koruma mücadelesi verenlere zarar.

Haa, saldırı yok mu? Neoliberal bir saldırı, sistemin içinden gelen bir kaynakları tüketelim savaşı yok mu? Elbetteki var ama onun mücadelesi sahada değil siyasette yapılmalı, lokal sorunlar öncelikle kendi öznel çözümlerini, bir serbest bırakın ya da rehber olun ki, bulabilmeli. Yerelden oluşacak pratikle kazanılacak siyasi bakış, politiklere, merkeze yansıyacaktır elbet izin verilirse. Ama ‘biz merkezden gelip tüm ekososyalist bilgimizi taşraya akıtalım ki insanlar bilinçlensin ve mücadele etsin’ diye düşünülüyorsa yine topraklarımızda hüküm süren ‘dizayn etme’ mantığının uzantıları çevrecilik adı altında dikte ediliyor demek değil midir?

Sonuç bölümüne dağılmış olarak okuyucuyla birlikte girebiliriz artık. Zira çevreciliğin politikacılar tarafından yan ve yandaş getirecek bir unsur olarak görülmesinin ne gibi olumsuz sonuçlara yol açtığını, diğer çevre kuruluşlarının bu uğurda tu kaka propagandasıyla ne denli zedelendiğini, yereldeki mücadelelerin özgünce gelişemediğini, diğer taraftan çevreci düşünceyi popüler yazarların da yayabileceğini, bunun temeldeki öz düşünceyi ve niyeti zedelemeyeceğini düşündüğümü özetle yazdım.

Ayşe Arman, Türkiye’nin iklim değişikliğine neden olan ülkeler sıralamasında ilk 20’de yer aldığını belirtmiş. 194 ülke arasından. Enerjiyi verimli kullanamadığımızı, Avrupa enerji tüketimini düşürürken ülkemizin her yıl %13 arttırdığını yazmış. Yani benim mesela bir bardak üretmem için 4 birim enerji gerekiyor, Japon ise bunu 1 birime üretiyor.

Enerjiyi verimli kullanmadığım için daha fazla tüketiyorum, daha fazla tüketimi karşılamak için hazır sektörleri olan petrol, doğalgaz ve kömüre daha fazla yöneliyorum. Rüzgar ve güneş enerji potansiyelimin %99’u kullanılmayı bekliyor, ama tercih etmiyorum. 50 yeni termik santral yolda. Bunlar çalışmaya başladığında iklim değişikliğine neden olan ülkeler arasında ilk 20’den ilk 10’a gireceğimiz büyük ihtimal. Zira karbon salımlarımızı %50 arttıracak bu santraller…
Bu arada sağlık sektörümüz canlanacak! Çünkü binlerce insan bu santrallerden etkilenecek ve kanser,  solunum sistemi hastalıkları yaşayacak, milyonlarca gün işgücü kaybı bu hastalıklar yüzünden iş göremeyen çalışanlardan kaynaklanacak, binlerce hektar toprak, milyonlarca m3 su ve hava kirlenecek. Bitkiler ölecek, santrallerin deşarj sularıyla denizlerde balıklar yok olacak, meyveler ağaçlarda çürüyecek, hayvanlarda anormal doğumlar artacak, onlardan yiyeceğimiz etten de yine bizler zarar göreceğiz. Tarım sektörü, gıda sektörü, sigorta sektörü, balıkçılık, meyvecilik, hayvancılık hep olumsuz etkilenecek. Ama kömür lobisi kazanacak, ucuz (!) enerji satıcıları kazanacak. Bunun bedelini ise sadece Türkiye değil, gezegen de ödeyecek.  Çünkü ucuz dediğiniz enerji aslında tüm maliyetlerle düşünüldüğünde en pahalısı. Çünkü toplumsal maliyet yalnızca ülke kaynaklarıyla değil, gezegenin toplam kaynaklarıyla da ilişkili. Bu nedenle termik santraller tercihinin terk edilmesi için mücadele veren tüm çevre grupları bu temel gerçekleri sıkça dile getirerek tüm topluma yayılmasını, her kesimin bu gerçekleri bilmesini sağlamalı…Kimse yaşam kalitesinin termik santrallerle düşürülmesini hak etmiyor çünkü…Çünkü termik santrallere karşı çıkmak, yenilenebilir enerjileri istemek bence en büyük vatanseverlik. Vatanın yalnızca ülke değil, yerküremiz olduğu göz önüne alındığında gezegenimiz için de yapılabilecek en büyük iyiliklerden birisi…