Kanuni'nin Mohaç Ovası’nda Macar ordusunu tamamen yok ederek (1526) Budin'i kuşatmasından sonra Jozef ben Salomon Eskenazi (Yosef ben Slomo) başkanlığında bir heyet Foldvar mevkiinde Kanuni'yi karşılayarak Budin Kalesi ve kentinin anahtarlarını kayıtsız ve şartsız kendisine teslim etti Kanuni de bir fermanla, tarihe Alman oğlu diye geçen Salomon Eskenazi ve ailesini ve nesilden nesile sülalesini her türlü vergiden muaf tuttu. Bu ferman, daha sonraki padişahla tarafından da yenilendi.

1570 yılında İspanya’da kalan Müslüman ve Yahudiler ise Cezayir Beylerbeyi Kılıç Ali Paşa’nın yardımlarıyla Afrika sahillerine geçirildi ve daha sonra bunların bir kısmı Adana, Tarsus, Sis Sancaklarına (Kozan, Saimbeyli, Feke civarına) yerleştirildi. Bunlar kendilerine gelip üretken bir hale gelene kadar beş yıl müddetle bütün vergi ve resimlerden muaf tutuldular.

Papalık kontrolüne girmesinden sonra 1537' de Apulya' dan kovulanlar, 1542' de Ferdinand' ın Bohemya' dan ülke dışı ettikleri, 1881-1891-1897-1903 pogromları ile 1907 Bolşevik ihtilalinde Rusya'dan kaçanlar yine Osmanlıya sığındılar;  Edirne'ye, İstanbul'a, Selanik'e ve ülkenin diğer kentlerine yerleştirildiler.

Kanuni Sultan Süleyman Mart 1556'da, Papa olur olmaz bir dizi kararname ile Yahudi yaşamına kısıtlamalar getiren Papa IV. Paul’ e bir mektup göndererek Osmanlı Tebaası ilân ettiği Ancona Marranos'larının derhal serbest bırakılmasını talep etti. Papa, dönemin süper gücü Osmanlı Sultanı'nın isteğin kabul etmekten başka çare bulamadı.

 Kırım Savaşı ( 1854) sonunda, Kırım’dan Müslümanlar birlikte Yahudiler de Rus baskısı dolayısıyla Osmanlı topraklarına sığındılar.

1881’de, Çarlık Rusyası’nda, arkası kesilmeyen kanlı saldırılardan kaçan Museviler, Türk topraklarında huzur ve barışı buldular.

İlticalar ileriki yıllarda da devam etti. 1881, 1891, 1897 ve 1902 pogromlarından ve 1917 Bolşevik ihtilalinden kaçan Rus Yahudileri de Türkiye’ye sığındılar.

1912 Balkan Savaşı’nda, Osmanlı Avrupası’ ndan özellikle Yunanistan’dan Müslümanlarla birlikte Yahudiler de Edirne, İzmir ve İstanbul’a göç ettiler.

1933 yılında, Nazi zulmünden kaçan çok sayıda Yahudi kökenli bilim adamı, Atatürk’ün davetiyle Türkiye’ye geldi; Türkiye’ye sığındı ve akademik yaşamlarını üniversitelerimizde sürdürdü.

Çalışma ekonomisti Alfred Isaac, ekonomist ve sosyolog Alexander Rüstow, Roma dilbilimcisi Leo Spitzer, Roma Hukuku profesörü Andreas Schwartz, Ceza Hukuku profesörü Richard Hönig, kütüphaneci Walter Gottschalk, uluslararası ticaret hukukçusu Ernst Hirch, sosyoloji ve ekonomi profesörü Gerard Kessler, şehir planlamacısı Ernst Reuter, ekonomist Fritz Neumark bu parlak isimler arasındaydı ve Türk üniversitelerinde yeni kürsüler, kütüphaneler, öğretim sistemleri kurdular, şehir plânları yaptılar.

Türkiye'nin kültür ve sanat hayatına büyük katkısı bulunanlar arasında ise yine o dönemde Türkiye'ye gelen şehircilik mimarı Gustav Oelsner, heykel profesörü Rudolf Belling, TBMM'nin mimarlığını yapmış olan Clemens Holzmeister, Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi'ni kuran Bruno Taut, Fransa'dan gelen ressam Léopold Lévy, Ankara Devlet Konservatuarının kuruluşuna yardımcı olan besteci Carl Hindemith, tiyatro yapımcısı Carl Ebert, orkestra şefi Ernest Praetorius bulunuyordu.

Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'in batı klasiklerini Türkçeye kazandırma projesinde birlikte çalıştığı kişi ise yine bir Alman Musevisi klâsik filolog Georg Röhde idi. Önemli bilim adamları da özellikle tıp, botanik, jeoloji, kimya, biyokimya gibi alanlarda öğretim hizmeti verdiler. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde 12 enstitünün 9'unu, 17 klinikten 6'sını Alman hocalar yönetiyordu. Asurolog Benno Lansberger ile Hititolog Hans Güterbock birlikte Anadolu'da çeşitli tarihi kazılar yaptılar ve bir kuşağın Türk arkeologlarını yetiştirdiler.

Ne var ki, Türk devletinin gösterdiği bütün iyi niyet, çaba ve hoşgörüsüne rağmen bazı küçük sorunlar ve özellikle dil yani Türkçe konusunda büyük sorunlar çıktı. Gelen akademisyenler içinde Türkçeyi çok iyi öğrenenler çıktı, ancak bunların sayısı çok azdı. Çoğunluk ya Türkçeyi hiç öğrenmedi ya da çok az o da hiç faydası olmayacak kadar öğrendi. Bunlar Boğaziçi’ nin seçkin semti Bebek’ te topluca oturdular ve içinde yaşadıkları toplumla diyaloğa girmeyi düşünmediler.

Kendisi de Musevi olan Amerikalı Prof. Dr. Standford Saw’ un bu konudaki tespiti ilgi çekicidir: “Türkçeyi hiç öğrenmedikleri için görevini kaybedenler oldu. Bu da kızgınlıklara sebep oldu; İngiltere ve Amerika’ ya gittiklerinde, kendilerini hiç kimsenin kabul etmediği bir sırada sığındıkları Türkler aleyhine konuştular. Mültecilerin çoğu, Müslümanlara, Türk Yahudilere de dahil olmak üzere özellikle Türklere karşı, Almanların ve Hristiyanların yüzyıllar boyu besledikleri peşin yargıya sahipti ve Türkiye’ deki Yahudi cemaatinin Nazi aleyhtarı faaliyetlerine de katılmayı reddettiler. Bu durum Müslümanlarda ve Türk Yahudilerinde bir hayli tepki ve kızgınlık yarattı.”

Türkiye’ ye o çok zor ve sıkıntılı yıllarda sığınanlardan biri de Prof. Dr. Wilhelm Röpke idi. İstanbul’ daki günlük yaşantıya hiçbir şekilde uyum sağlayamayan Röpke için burası sadece bir ara istasyondu, hiçbir zaman da buraya yerleşmeyi düşünmedi. Eşinin daha sonra yayımladığı Röpke’nin Prof. Dr. Karl Brandt’ a yazdığı mektubu da bu bağlamda hatırlamak gerekir: “ … İçimizden bazıları ciddi olarak Türk vatandaşlığına geçmeyi düşünüyorlar. Ben şahsen, Türklerin 1683’ te Viyana önlerinde kolektif biçimde başaramadıklarını, şimdi tek tek bireyler üzerinden elde etmelerine yardımcı olmayı reddediyorum.”

2’nci Dünya Savaşı sırasında Hitler’ in soykırıma tâbi tuttuğu Musevilerin Türkiye’ ye sığınmaları çok ayrı ve özel bir konudur. Museviler, İkinci Dünya Savaşı sırasında anti-semitist duyguların yüksek olduğu Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya'nın birçok kesiminde yerel halkın yardımıyla Nazilere teslim ediliyordu. Türkiye ise Türk Musevilerinin sınır dışı edilmeleri ve Almanya' daki ölüm kamplarına gönderilmeleri için büyük bir Nazi baskısı altındaydı. Türkiye, tüm baskı ve tehlikelere karşı bazı göstermelik tedbirleri kullanarak hem Musevi mültecilere yardımını sürdürdü, binlerce Musevi’yi Türk vatandaşı diye kurtardı, hem de Musevilere yardım etmek isteyen tüm kuruluşlar için önemli bir üs görevi gördü.