Nice zamandır bir köşede beklettiği birikimlerini, eşine ailesinden kalan arazilerin satışından gelen parayla birleştirdi. Halen yaşamakta oldukları kentte, gönlüne uygun bir ev aramaya başladı. Kendi halinde, işine ve ailesine bağlı, dürüst, çalışkan hoşgörülü birisiydi. 

Yeni oluşmakta olan bir yerleşim yerinde müstakil, geniş bahçeli tek katlı bir ev buldu. Ailenin istemlerine uygun bir yapıydı. Pazarlıklar ve gerekli işlemlerin tamamlanması sonucu yeni evlerinin sahibi oldular. Kısa bir bakım ve temizlikten sonra da taşındılar. Çoluk çocuk mutluydular. 

Kısa sürede çevre edindiler. Yalnız en yakın komşuları onlara nedense pek soğuk davranıyordu. Sonradan anlaşıldı ki, bu evi onlar almayı düşünürken bizimkiler elini çabuk tutup işi bitirmiş.

Zamanla bu hoşnutsuzluk düşmanlık aşamasına vardı. Fırsatı kaçıran, olur olmaz şeyden olay çıkarıyor, işi kavgaya kadar götürse de yapısı gereği yeni komşu her anlaşmazlığı olağan karşılıyor, bir çözüm yolu buluyordu. Çünkü en yakınında olan, birlikte yaşayacakları bu insanı sevmek zorunda olduğuna inanıyordu.
Çalışmakta olduğu işyerinin müdürü olan şahıs despot birisiydi. Yüzü hiç gülmez sadece iş düşünürdü. Emrindekileri ölesiye çalıştırırdı. Bu ortamda verilen görevleri eksiksiz yaptıkça yenileri verildi. Acımasız amir yüklendikçe yüklendi. İtiraz etmedi. İş, iş olmaktan çıkmış, gücünü aşmış işkenceye dönüşmüştü.

Ağır çalışma koşullarına bir de son anlarda ufak tefek kusur ve eksiklikler yüzünden işittiği ağır eleştiriler eklenmişti. O her şeye katlanıyor sadece görevini yapmaya çalışıyordu. Zalim müdürüne karşı gelmek bir yana sevgiyle bile söz ediyordu. 

Bütün bunlara tanık olan gerçek dostu, onu candan seven çocukluk arkadaşı bir gün dayanamayarak sordu: “Herkesi ayrım yapmadan seviyorsun. Düşmanını da, sana işkence edeni de sevebiliyorsun. Öte yandan seni sevenler, sana hiçbir art niyet beslemeyip destekçin olanlar var. Onları da seviyorsun. Ama bu haksızlık değil mi? Bu koşullarda gerçek sevilmesi gerekenleri sevmenin bir anlamı kalıyor mu?” yanıt gayet kısa oldu:

“Ben yaratandan ötürü bütün yaratılanları seviyorum.”

Bu düşünce her zaman her yerde uygulanabilir mi? Herkes bir Yunus Emre olabilir mi?

Sevilen düşman sevildikçe düşmanlığından vazgeçmiyor aksine kin ve nefretini arttırıyorsa bu sevgi doğru değildir.

Sevilen zalim, işkence etmeyi bırakmayıp zulmetmeye devam ediyorsa bu düşünce doğru değildir.

Dosta ve düşmana, zalime ve mazluma eşit yaklaşım aynı sevecen davranış bir tarafı şımartırken diğer tarafı üzer. Gösterilen sevginin samimiyetinden kuşku duyan yakınları ondan birer birer uzaklaşmaya başlar.

İyiyi de kötüyü de, güzeli de çirkini de aynı ölçüde beğenmek ancak zevk yoksunu kişilere yakışır.

Sevilmesi gerekeni severken, sevilmemesi gerekeni sevmemek illaki ona kin beslemek, düşmanca davranmak demek değildir. Ölçülü olmakla, araya mesafe koymakla bir tavır alınabilir. Böylelikle her şey değerini korumuş olur.

Eğer mutlaka yaratılanı, yaratandan ötürü sevmek zorunlu ise bunun yolu önce onu zararsız hale getirmekten geçer. Örneğin vahşi bir hayvan, görünüş olarak ne kadar sevimlidir. Ehlileştirmeden okşamaya yeltenirseniz elinizi kolunuzu kaybedebilirsiniz.

Yaratılanı sevmeden önce onun bu sevgiyi hak edip etmediğine bakınız. Gözlerinden bunu anlayabilirsiniz. Size karşı kin ve nefret saçıyorsa temkinli olmanız, öncelikle kendinizi güvenceye almanız gerekir. Savaş sırasında barış masasına oturmadan önce ateşkes ilan edilir.

Mazoşist kişiliğe sahip olan kendisine eziyet edeni sever ve onu sevmekten hoşlanır.