O Ekim ayında, hafta sonunda pencereden bakarken hafifçe esen rüzgar yaprakların dökülmesine yol açıyordu ve ben bu manzarayı seyre dalmıştım. Sararmış yapraklar, balkonun önündeki çınardan düşerken sanki nazlı bir gelin gibi salına salına yere düşmekteydi.

            Uzun zamandır sonbahar hakkında bir yazı yazmayı düşünmekteydim. Bahar mevsimini anlatan onlarca yazım vardır ve adeta coşarak yazmışımdır o yazıları... Hele de doğduğum beldeye yapmış olduğum o Temmuz gezilerinde doğanın güzelliği beni adeta büyüler ve o akşam yzarken coşarım adeta. Zira bu bir duyuş, bir hissediş meselesi...

            Bilindiği veya bilinmediği üzere hazan, sonbahar demektir. Edebi eserlerde daha çok mecazi anlamda kullanılan bu sözcük, sevgiliye duyulan özlem ve hasret manasına da gelir.

            Yahya Kemal diyor ya...''Hülyası kalmayınca hayatın ne zevki var? / Bitsin hayırlısıyla bu beyhude sonbahar.'' Bitsin hayırlısıyla diyor, ama hazanın da kendine göre bir güzelliği var elbette... Ama hazan dediğimiz sonbaharın güzelliğini bence doğada, yüksek ve ormanlı alanlarda hissetmek ve yaşamak gerekir.

            Duygularım bana sanki şöyle diyor: ''Sen doğa ile ilgili yazıları seversin, gel yine o sonbahar mevsiminde çıktığın ve hafızana kazılan o geziyi anlat!''

            O şarkıda diyor ya...''Yine hazan mevsimi geldi, rüzgarların önünde kuru bir yaprak gibi sürükleneceksin!'' Evet, ben de o Ekim ayında kafama koymuştum, o yüksek rakımlı tepelerde, anılarımın gömülü olduğu o beldede kendimi esen rüzgara teslim edecektim. O gün kuru bir yaprak misali sürüklenecektim. Hani derler ya ''bir günün beyliği de beyliktir!''

            Şairin dediği gibi ''şehrin uğultusundan bunalmış ruhumuzun, nadir bulabildiği taze bir heyecanla'' yola koyulmuştum o toprak köy yolunda...Heyecanımı en güzel şekilde ifade eden o sözü burada da tekrar edeyim: ''Ruhum bedenimden önde gidiyordu adeta!'' Az daha unutuyordum... Dürbünümü de almayı ihmal etmemiştim haliyle... Ve o dik yokuşu da çıktıktan sonra o tepeye arabamı park edip o kayalıkların kenarından yürüyecektim ve kayalıklardan aşağı inen o uçurumsau patikadan ağaçlara tutuna tutuna vadinin en alt bölgesine inecektim. Tepeden, kırmıt dediğimiz kayalıklardan aşağıya bakıyordum. Bulunduğum yerden rakım olarak en az 200 metre aşağıya inmeliydim. Zira o şelalenin altında ıslanmak ve öevresideki sarıya bürünmüş kavak ve söğüt ağaçları arasında sonbaharı yaşamak istiyordum. O dar ve patika yolun ağzına geliyorum ve düürbünümle de aşağıyı gözlüyorum. Zira çocukluğumuzda buralara yabani çilek, cinav, ağun ve gernoşa dediğimiz meyveleri yemek için gelirdik.

            Hani nabız atışlarım da hızlanmıyor değildi o anda, çünkü bu kayalıkların ve çalılıkların ''hakimi ve efendisi'' olan o boz hayvanla yolumun kesişmemesi gerekiyordu. Elime bir uzun odun parçası alıyorum, o benim savunma aracım olacak güya...Ve aşağıya bir taş atıyorum ve karanlıkta ıslık çalma misali bağırıyorum. Varsa kaçsın!

            Ve cesaret geliyor... Yarı oturma, yarı yürüme, kısmen de sürünerek çalılık alandan aşağıya iniyorum. Hep derim ya, böyle durumlarda korku bir domino taşı gibi başka bir korkuyu tetikler. Ben de şelale önündeki çalılığa bir işaret fişeği atar gibi taş atıyorum.... ''Önümden çekil kocaoğlan, geliyorum!'' Yürüyorum, ama ileride bir yerde bir karga sürüsü sanki bir şeyin başına üşüşmüş gibi geliyor. Merakla o tarafa yürüdüğümde tahminimde yanılmadığımı görüyorum. Bir tavşan ölüsü bu... Diyorum ki ''boz efendinin kahvaltısından geriye kalanlar.'' Birden bir ses duyunca irkiliyorum. Ağaçların arasından kocaman kanatları ile o devasa kuş yükseliyor. Evet, göklerin hakimi bir kartal bu...Dürbünle etrafı inceliyorum. Adeta yer sarı, gök mavi... Bu ıssız kalyonda tek başımayım. Doğanın sesini dinliyorum. Hafifçe esen rüzgarın o sarı yapraklarda oluşturduğu hışırtı ve kuş sesleri bir doğa konseri gibi geliyor kulağıma...

            Dediğim gibi çocukluğumuzda burada yabani meyveler yerdik. Evet, işte gözümün önünde o meyveler. Dallardan tadıyorum. Sonra o şelaleye doğru yönelip suyun ruhu dinlendiren o müzikal sesini doyasıya dinliyorum, ama arkamı kollamadan da edemiyorum. Olur ya ''kocaoğlan'' arkamda birden bitiverirse...Korku işte böyle bir duygu, bir hissediş...Bir ikliem yaşıyorum...Acaba şelalenin altına girsem mi! Karar veriyorum ve giriyorum... Su çok soğuk, olsun... Böyle bir ortamı

acaba bir daha bulabilecek miyim ki!

            Ve sudan çıkıp saatime bakıyorum... Zaman bir su gibi akıp geçmiş, haberim olmamış... Daha doğrusu zamandan kopmuşum meğer... Zaten ben de bunu istemiyor muydum' Dürbünle etrafı bir daha seyre dalıyorum ve geldiğim o dik bayırdan tırmanarak o bakir kalyondan çıkıyorum tepeye...

            ''Önce su saklanmış;

             Fakat çabuk bulunmuş

             Deerin vadiler arasında...

              Sonra rüzgar saklanmış,

              Onu da bulmak kolay olmuş

              Yüksek dağlar tepesinde...''

              Şair böle diyor... Ben de o gün suyu, rüzgarı ve ilaveten sarı yaprakları bulmuştum...