Nuhşehir'e geleli 10 gün olmuştu ve o Haziran ayının sıcağında öğle arasında çay içip sohbet etmekteydik. Buraya gelirken niyetim ''hendek olayları''na sahne olan bu şirin ve de gönlü zengin insanlar diyarında birebir gözlem yapmaktı. Hani özellikle kin ve nefret tohumunun ekildiği o malum ''algı operasyonları''nın gölgelemeye çalıştığı gerçekleri görmeye çalışmaktı. Zaten böyle kin saçan insanların özgül ağırlığını her zaman sorgularım ve bunlara ne derim biliyor musunuz! ''Karamamba'' derim... Başka? ''Mermisi biten asker'' derim... Başka? ''Düşük voltajlı adam veya özgül ağırlığı düşük zavallı'' derim.
            Biliyorum, bu nitelendirmelerime ya tebessüm ediyorsunuzdur, ya da gülüyorsunuzdur. Neden böyle bir giriş yaptığımı söyleyeyim. Yuvarlak masanın etrafında çay içerken bir yandan da Nuhşehir'li Enver'e bakıyorum. Zira o bu kadim şehrin yüreği güzel insanlarından birisi benim için... Birkaç gün önce ondan bir isteğim olmuştu... ''Enver seninle bir öğle arasında bu şehirde bir gezinti yapsak nasıl olur'' diyordum. O da sağ elini göğsüne götürüyordu ve ''başım gözüm üstüne hocam'' diyordu.
            O meslektaşımın değerlendirmelerini dinliyorduk o anda... ''Hani bayram değil seyran değil, eniştem beni niye öptü'' anlamına gelen yüzeysel değerlendirmeler yapmaktaydı. Hani Jakobence tepeden bakış açısı var ya! Enver bana bakıyordu... O bakıştan , o vücut dilinden şunları anlıyordum: ''Ne diyor bu! Bak ki sevgi kokan bir cümle var mı!'' Saatime bakıyordum... Başımla yaptığım işaretle şöyle diyordum: ''Boşver, bazılarında sebebini bilemediğimiz kuyruk acısı olabilir... Çaylarımızı içince kalkarız!'' Anlamıştı Enver...
            O söz aklıma geliyordu: ''Yetişemediğin köyün alt tarafında yat!'' Yani hayata ve dünyaya bu kadar yüzeysel bakmasına ben hayret etmiyordum da Enver anlamıyordu bu durumu...O nereden bilecekti böyle Jakobence davranışları...
            Çay faslından sonra Enver'le çıkıyoruz hastaneden ve bir caddeye varıyoruz. Aklıma sekiz yıl önceki o ''hendek olayları'' geliyor. Merak bu ya! ''Enver'' diyorum, ''şu yürüdüğümüz cadde üzerinde ve şu civarda da hendek kazılmış mıydı?'' Eliyle ilerideki bir apartman topluluğunu gösteriyor: ''Tam şurada hendekler vardı, ailemden 3 kişiyi taam da burada vurmuştu bölücü örgüt mensupları! Haa bir de şu cadde etrafında silahlı kişiler dolaşırdı ve kimlik sorarlardı gelenden geçenden!''
            Şaşırıyorum...''Neden, yani hangi sıfatla?''
            Tebessüm ediyor... ''Hocam işte soruyordu, istersen karşı çık!''
            Tedirgin olmuyar da değildi o an yani...Sorgulayan gözlerle etrafa baktığımı gören Enver vücut dilimi okuyor sanki... Omuzuma dokunuyor...''Hocam rahat ol, artık buraları güvenli... Gel şu kahvehanede birer çay içelim'' diyor ve ilerliyoruz. Alçak taburelere oturup çaylarımızı içiyoruz.
            ''Hocam'' diyor, ''konakladığın otelden gece bir bak, karşıda Cudi Dağı'nı göreceksin. Bakalım birşeyler dikkatini çekecek mi?''
            ''Evet'' diyorum, ''geldiğimden beri pencereden bakıyorum, dağ ışıl ışıl. Ben de oraları köy sanmıştım, meğer askeri üs bölgeleriymiş. Tam 12 tane saydım!''
            ''O zaman rahat ol'' diyor.
            Aklıma dün polikliniğe muayene için gelen o yüksek rütbeli komutanımız geliyor... ''Hocam rahat olun, ben istediğim saatte çarşıda gezebiliyorum'' demişti.
            Nereden nereye...
            Boş yere söylememişler... ''Tarlayı koçan zaptetmez, saban zapteder!''